11 Ağustos 2015 Salı

EVRENSEL ÇAĞRI - Mustafa SAĞ


Uzun zamandır zihnimde okuduğum kitapları değerlendiriyordum. Geçmişimde de bugünümde de çok değerli kitaplar ellerimden geldi geçti. O değerli kitaplar zihnimde ve yüreğimde iz bıraktılar. Bana en derin izi bırakan kitabı seçmek istediğimde tartışmasız bir tek bir kitap zihnimde belirdi; “Kur’an-ı Kerim”. Bana göre bu son kutsal kitabı okuduğum zaman benim için en doğru zamandı (zaman zaman hala okuyorum ve bazı ayetleri tekrar tekrar düşünüyorum) ve çok sayıdaki mealler arasından yaptığım seçimim en isabetli seçimdi. Çünkü bu derin kitabı anlamak için derin bir tefekkür dünyasının içine adım atmış olmam gerekliydi. Aksi halde ben de çoğu insan gibi “cehennem ateşi” ifadesi geçen ayetleri okuyunca gözümün önüne cayır cayır yanan ateşler getirmekten ileriye gidemezdim. Bana göre meal seçimim de isabetliydi, aksi halde dilimize doğru ve net çevrilmemiş başka bir kitap çok hatalı düşünce zincirleri kurmama neden olabilirdi.

Mustafa SAĞ’ın “Evrensel Çağrı”sını diğer meallerden ayıran en önemli özellik Arapça her bir kelimenin tamamen öz Türkçeye çevrilmiş olmasıdır. Diğer hiçbir meal Sure isimlerini Türkçeye çevirmemiştir. Evrensel Çağrı örneğin “Ankebut” Suresine “Dişi Örümcek” Suresi der, “Nahl” Suresine “Bal Arısı”, “Necm” suresine “Yıldız” Suresi der ve her Sureyi Türkçe karşılıklarıyla ifade eder.

Diğer bir ayırıcı özelliği de Kur’an Surelerini tamamen iniş sırasına göre sıralamış olmasıdır. Diğer bütün mealler iniş sırasına göre değil, daha sonra düzenlenmiş bir sıralamayla hazırlanmıştır. Eğer son peygamberin hayatını okumuş ve hangi dönemlerde hangi Surelerin ne kadarlık bir zamanda indiğini biliyorsanız, kutsal kitabın hangi ayetlerinin evrensel hükümleri kapsadığını, hangi ayetlerininse dönemin koşullarına (örneğin savaş halindeyken inen ayetler gibi) rehber olacak hükümler içerdiğini görebilirsiniz.

Çok önemli ayırıcı özelliğinden birisi de Mustafa SAĞ’ın Arapça dilini elinden geldiğince bilimsel ve nesnel yorumlamış olmasıdır. Arapça, tıpkı Fransızcanın “le, la” Almancanın “der, die, das” önekleri gibi her maddeyi veya kavramı dişil ve eril olarak ayırır (il, elle). Örneğin masa, kitap, sevinç, vs her bir kavram ya dişidir, ya da erkek. Böylesi bir dilin çevrilmesinde diğer çevirmenler sık sık dişi ve erkek ayrımını cinsiyet olarak sınırlayıp, anlamını daraltma hatasına düşmüşlerdir. Örneğin Allah’ın zatını anlatan ayetler eril, sıfatını anlatan ifadeler dişil olarak ifade edilmiştir. Ahret eril, dünya dişildir. Ruh eril, nefis (ego) dişildir. Bu inceliği bilmeyen çevirmenlerin ellerinden çıkan meallerde çok kolay bir şekilde erkekleri üstün (hatta onlara hitabeden), kadınları ise dışlayan bir anlayışa kapılma yanılgısına düşülebilir. Bu da toplum içinde kadının dışlanmasına ve geriye düşmesine neden olur ki, günümüzde İslamiyet’in başına bilgisiz insanların getirdiği en büyük kötülüklerden birisi budur. Son kutsal dinin yozlaşmasına, terörist dini olarak anılmasına, gerici ve katı kurallarla sınırlanmasına şahit olmamızın tek nedeni dini de, peygamberi de, kitabını da layıkıyla anlayamamış olmamızdır. Herkes atasından, çevresinden (hatta günümüzde medya kirliliğinden) yalan yanlış bilgilerle dini öğrenmiştir ama çok azımız bu bilgileri sorgulama yoluna gitmiştir. Oysa bu hataya düşülmemesi için kutsal kitabın kendisi defalarca insanları uyarmıştır. Çoğu ayette toplumların düşünmelerini salık verir. Örneğin “Müminun” (İnananlar) Suresi 80. Ayette “Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”, “Mümin” (İnanan) Suresi 58. Ayette “Kör ile gören bir olmaz… Ne kadar az düşünüyorsunuz!” diye seslenir. Günümüzde düşünmeyen toplumların üzerlerine pislik yağmaya devam etmektedir tıpkı Yunus Suresi 100. Ayette ifade edildiği gibi.

Kur’an'da çok sık geçen Arapça “salat” kelimesi diğer meallerde Farsçadan dilimize geçmiş olan “namaz kılmak” olarak çevrilmiştir, bu da her salat kelimesini namaz kılma eylemi olarak algılamamıza neden olmaktadır. “Salat” kelimesinin geçtiği her ayet yalnızca bedensel olarak kılınan namaz (bu arada hiçbir ayette namaz kılma şekli tarif edilmemiştir) olarak yorumlanırsa, kitabın bize aktarmaya çalıştığı evrensel kurtuluş yolunun üzerine karabasanı oturttuk demektir. Oysa “salat” kelimesinin onlarca anlamı vardır. Fikir vermesi açısından bunlardan bazılarını seçtim; ayağa kalkmak, çabalamak, gayretli olmak, inançlı olmak, bağlantı kurmak, okumak, okutmak, affetmek, dua etmek, ululamak, vs. Mustafa SAĞ kitabı çevirirken bu kelimenin geçtiği ayetlerde dip notlarla bizi uyarıyor ve geniş açılı anlamlarıyla düşünüp yorumlamamızın önünü açıyor.

Kur’an içeriği hakkında yorum yapacak değilim kuşkusuz. Bu konuda ihtisas yapmış insanlar var muhakkak ama benim sizlere emin olarak önerebileceğim şey bu kitabı alıp hayatınızda en az bir defa kendi hür akıl ve vicdanınızla okumanızdır. Hatta ihtisas yapanlardan öğreneceklerinizden belki daha doğru ve net bilgiler elde edersiniz kim bilir? Kitabı okurken “A’li İmran” (İmran Ailesi) 7. Ayetteki uyarıyı dikkate almanızı öneririm. Ayet der ki; “Allah sana bu Kuran’ı indirdi. Onun bazı ayetleri kesin anlamlıdır/ açık seçik herkes tarafından kolaylıkla anlaşılır (mühkem) –ki bunlar kitabın anasıdır-. Diğer bazıları da çok anlamlıdır (müteşabih). Çok anlamlıları bilgi sahibi olmayanlar kavrayamaz. Kalpleri ve düşünceleri kötü niyetli olanlar insanları şaşırtmak ve kafaları karıştırmak için, çok anlamlı olan kelimeleri bile bile yanlış anlamlandırırlar. Hâlbuki onların uygun anlamlarını bir Allah, bir de “Ey Rabbimiz! Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır” diyen, gönülden Allah’a bağlanmış, derin bilgi ve bilince erişmiş aydınlar bilir. Bu inceliği akıl, bilim ve düşünce sahiplerinden başkası kavrayamaz.”

Evet, kesinlikle dinimizde insanlar birdir, eşittir. Fakat hassas bir fark vardır. Tıpkı ayetin ifade ettiği gibi; “Kör ile gören bir olmaz!”

Zaman uyanma zamanıdır.


Dem bu demdir.     

8 Temmuz 2015 Çarşamba

BU KADAR

Bazen çığlığımız, bazen sessizliğimiz kadar insanız
Bazen yuttuğumuz, bazen yutkunduğumuz kadar
Bazen yumruğumuz, bazen avucumuz kadar insanız
Bazen kalabalığımız, bazen yalnızlığımız kadar


09.07.2015

30 Mart 2015 Pazartesi

RÜYA

Bana bir rüyanı anlatmıştın
Hani kırmızı bir meyve bulmuştun
Sonra onu bütünüyle yutmuştun
Çok geçmeden geri kusmuştun
Uyanınca huzursuz olmuştun
Sonra anlamını bana sormuştun

Bugün anladım anlamasına da kuzum
Açıklarsam bozulur musun?


22.11.2014

25 Mart 2015 Çarşamba

KÖRLÜK

Sen körlüğü gözlerde sandın
Gönlün körlüğü yanında
Gözlerinki nedir ki?


25.03.2015

SORUYORUM

Uzak mı düşersin sevgiliden
Uzaklara gidince?
Susar mı acıların
Dişlerini sıkınca?
Peşine düşmez mi geçmişin
Köye yerleşince?
Geçer mi hastalığın
Geçmiş olsun denince?
Kaybolur mu dünyan
Gözlerini yumunca?
Susar mı Demet hiç
Yüreği konuşunca?


29.04.2011

Sahibini Bekleyen Mektuplar (kesit)

"Neyse efendim gelelim zaman konusunda yorulan kafalara. Eğer zamanı kalp atış sayınızla, kolunuza taktığınız mekanizmanın akışıyla, adet görme sıklığınızla, üst üste yığdığınız yıl rakamlarıyla, yüzünüzdeki kırışıklıklarla, doğan çocukların uzayan boylarıyla ölçüyorsanız yanlış yerde aradığınızı söylemeliyim. Bana inanmıyor musunuz, öyleyse ahretten gelin bir bakın ne demek istediğimi anlarsınız. Sizin o “zaman” sandığınız şey, sizin bedenleriniz gibi gelip geçmeye mahkûm bir hayal. Yani kalıcı olmayan bir şey. Zamanı geçirirsiniz, son nefese kadar dakikaları, saniyeleri sayarsınız ama bir de bakmışsınız hiç yaşamamışsınız. Ölü doğum gibi bir hayat olmuş çıkmış. Yaşınız belki yüze ulaşmış, bedeniniz kırışmış, günler anılar birikmiş ama kalıcı olanı hiç görememişsiniz. “Beni göremezsin!” demiş hayat size.
Görevi kitap okumak olan bir çocuğa babası sayacı başlatsa, çocuk eğer o kitabı okumaya niyetliyse, o kitabı bitirdiğinde baba için sayaçtaki rakamların bir önemi yoktur. Ama çocuk her kime çektiyse ve okuduğunu anlamıyorsa veya aklı tam olup da okumaya hiç niyeti yoksa sayaç sürekli başlatılmak zorundadır. Baba sayısız defa sayacı başlatmak zorunda kalır, bu da çok zaman demektir. Ancak okuyup kitabın içine girdiğinde zamanı durdurmuştur çocuk. Kalıcı zamana ulaşmıştır.
Size akıp gidiyor gibi görünen zamanı durdurabileceğinizi söylemeye çalışıyorum. Sadece durdurduğunuz zamanlarda yaşayabilirsiniz diyorum. Akıp gidenlerde değil. Ne kadar çok durdurursanız, ömrünüz o kadar uzun olur diyorum. Bunun için Hintlilerin yaptığı gibi kan dolaşımını yavaşlatmak gerekmiyor. Bu da şu demek oluyor; ömür sanıldığı gibi rakamsal uzunluğuyla ölçülmüyor. Bu ölçü yanıltıcıdır. Ömür denen şeyin gözün görmediği bir derinlik boyutu var, benim bulunduğum tarafta bu ölçü kullanılıyor." (Sahibini Bekleyen Mektuplar)

Sahibini Bekleyen Mektuplar'dan bir kesit

Doğmanın tek bir amacı var, o da ölmek dedik ya. Doğumunun sancısını da sevincini de annen yaşarken, ölümünün sancısını da sevincini de sen yaşıyorsun. Annen için doğum sancısı bir anlıkken, senin için ölüm sancısı bir ömür. Annen için doğum sevinci bir ömürken, senin için ölüm sevinci bir an. Belki bunun detaylarını sonra anlatırım…

Sahibini Bekleyen Mektuplar (kesit)

"Yaşarken gördüğüm en etkileyici rüyamı hatırlıyorum şimdi. Aferin küçük kız diyorum kendime. Aferin değil, “Afferim be!” diyorum. O küçük kıza, böyle bir rüyayı kendine gösterecek bilinçaltı, bilinç üstü, bilinç ortası her neredeyse gerçekliğin oradaki dehanı açığa çıkarmışsın diyorum şimdi. Büyük keşifler yapan tüm dahiler gibi önce onu sezmişsin. Ölümü anlaman gerektiğini iyi ki sezmişsin küçük kız. Afferim sana! Rahmetli anneannenle konuşmuştun. Kör göze parmak sokmuştun, anneannenin gözüne. “Sen öldün ya,” demiştin, “Ölenler Allah’ı görürmüş, bana anlatır mısın?” Bir ölüye sorulacak en seçkin soruyu tam on ikiden vurmuşsun küçük kız. “Bedenin nasıl çürüdü?”, “Ölüm korkunç mu?”, “Dedem dizisinin sonunu gördü mü?”, ”Cennete mi gittin, cehenneme mi?” gibi soruları hızla geçip, hedeftekini soracak kadar akıllıymışsın. Oysa o yaşlardaki halini iyi hatırlıyorum, “Şaban” karakteri kadar aval görünen bir şeydin sen. Kimseyle doğru düzgün iletişim kurmayı beceremeyen, herkese yabancı ve yalnız bir çocuktun. Hiçbir zaman havalı, gösterişli olamadın. Buna elindeki malzemenden çok inanmayışın engel olmuştu. Havalı, kibirli, gösterişli olmayı kendine yakıştıramadığın, giydiğinde nasıl davranacağını bilemediğin, asla giyemeyeceğini hissettiğin bir elbise gibi görmüştün. Ha özenmemiş miydin o elbiseye? Özenmiştin ama iyi ki de giyememişsin. Giysen taşıyamayacağını bildiğinden korkmuştun; uzak durdun. Aksi olsaydı, o elbiseyi giyinen niceleri gibi bir de üstüne yakıştırırdın ve hep onunla yaşardın. Ama bu taraftan bakınca diyorum ki, seni buna hangi duygu ve deneyimler itmişlerse iyi yapmışlar, çünkü sana ölümü düşündürmüşler. Yoksa Şaban görünümlü bir akıllı olmaz, akıllı görünümlü bir Şaban olurdun. Aslında akıllı görünümlü bir akıllı olsan belki mükemmel olurdu ama o da sen olmazdın."

Sahibini Bekleyen Mektuplar'dan bir bölüm

"İşte önemli bir konuya parmak bastık şimdi. Buradan görünenlerle, bir zamanlar yaşadığım dünyadan görünenler taban tabana birbirine zıtlar. Nasıl oluyor bilmem ama iki dünyanın da birbiri üstünde olduğunu ama okumak için birine düz, diğerine tersten bakıldığını söyleyebilirim. Ya da birine tersten bakarsan, diğerini düzden okuman gerekir. Birinde iyi sandığın şey, diğerinde kötü, birinde tatlı sandığın şey diğerinde acı, birinde talih sandığın şeyse, diğerinde talihsizlik oluyor. Nasıl mı oluyor? Ahrete geçmeden görünemeyecek bir şeyi dünyaya nasıl anlatayım? Ahrete geç, sen de gör diyesim geliyor."

Sahibini Bekleyen Mektuplar'dan bir bölüm

"Buradan bakınca, yaşarken anlamlandırılan şeylerin hangilerinin hayati değerli, hangilerinin değersiz olduğunun ayırımında ince bir çizginin olduğunu görüyor insan. O çizginin olduğu yer hassas bir terazinin orta yerine benziyor. Zavallı insan ne yapsın? Koca ayaklarıyla gezineceği onca yer varken, basıp ayakta durması gereken yer öyle küçük ki! Sağında solunda da sürekli cereyan eden olaylar var. Sağa koşunca sağ kefe çöküyor, sola koşuyorsun sol kefe çöküyor. En sola koştuğunda “Koy götüne ahretin!” makamına varıyorsun. En sağa koşturduğunda da “Koy götüne dünyanın!” makamına ulaşıyorsun. Terazinin bir ucunda zalim, diğer ucunda zavallısın. İki kefeyi de çöktürmeden ayarda tutmak ince iş tabi. Ortada bir cambaz gibi durmak için önce cambaz olmak lazım. Olamadın mı yine önemi yok. Hiçbir şeyin zorunda değilsin gibi bir rahatlık var. Bedellerini çekmek gibi bir darlık da var. İyi veya kötü her şeyin varacağına varması gibi bir rahatlık da var. Darlık, rahatlık... Beraberce iç içeler."
 

22 Mart 2015 Pazar

TEHLİKELİ SULAR

Çok muhtemel
Ne kadar anlatsam da
Bir girdabın içinde tanıyacak
Tehlikeli suları
Çok muhtemel
Onun çocuğu da
Torununa anlatacak
Benim anlattıklarımı

23.03.2015

ÖYLE BÖYLE

Çok güzelsin öyle olduğunda
Böyle olduğundaysa öyle böyle
Ama güzelsin diyemem asla
Ne öyle ne böyle olduğunda
Seni daima severim bilirsin
Öyle veya böyle her nasılsa


02.12.2014

20 Mart 2015 Cuma

HAYALLER

Hayaller vardır, gerçekleşmesi çok istenen
Hemen her insan bunu bilir
Ama bazı hayaller vardır, gerçekleşmemesini istediğin
Hemen hiçbir insan bunu bilmez
Sadece pek azları bilir, bu hayallerin gerçekleşmemesi
Gerçekleşmesinden daha güzeldir


20.03.2015 

17 Mart 2015 Salı

ÇANAKKALE MEKTUPLARI

Tarihte koşulların en ağır olduğu, en acıklı savaş öykülerinden birisidir Çanakkale. Bir yanda yurdunu korumaya çalışan yoksul ve parçalanmak üzere olan bir halkın evlatları, diğer yanda neden orada olduğunu, kime hizmet ettiğini bile bilemeyen dünyanın en uzak köşelerinden savaşmaya gelmiş askerler. Kurtulmaya çalışan halkın ordusunun başında bu savaşın nedenini, sonucunu görebilen, yüreğinde evrensel sevgiyi taşıyan bir komutan. Çanakkale öyle bir öykü ki; cephedekilerin yüreğinde memleket özlemi, memlekette bekleyenlerin bitmeyen hasreti. Öyle bir savaş ki, bitmiyor,  tükenmiyor bir türlü.
Bu acıklı öykünün dili olan gerçek mektuplardan birkaçı onu anlatmaya yetiyor.

Bir Ananın Kınalı Kuzusu: Kınalı Hasan’ın Mektubu:
Çanakkale’nin köylerinden cepheye giden Hasan’ın öyküsüdür bu. Hasan’ın saçının bir tarafı kınalanmıştır. Bunu gören komutanı Hasan’a  “ Hiç erkek kınalanır mı?” diye sorar. Hasan da cepheye gelmeden anasını kınaladığını söyler. Komutan bunun nedenini annesine sormasını söyleyince Hasan mektup yazar… “Anacığım, Kardeşlerimi askere gönderirken başlarına kına yakma mahcup oldum. Zabit efendi bana sordu cevap veremedim. Niye benim saçımı kınaladın? Kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar. Oğlun Hasan.”

Annesinin Hasan’a Yazdığı Mektup:
“Ey gözümün nuru Hasan’ım, Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın… Ben, senin anan isem; beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Sen bu ailenin seçilmiş bir kurbanısın… Hasan’ım söyle zabit efendiye: Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır. Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım… El-hükmü billâh. Allah, seni İsmail Peygamber’in yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır. Gözlerinden öperim… Anan – Hatice.
Bu Hasan’ın son mektubudur. Annesinden aldığı mektup ve tamamlayamadığı şiir öldüğünde üzerinde bulunacaktır. Şiir:
“Anam yakmış kınayı adak diye, 
Ben de vatan için kurban doğmuşum. 
Anamdan Allah’a son bir hediye,  
Kumandanım ben İsmail doğmuşum.”

Bir Anzak Askerinin Çanakkale Savaşı Sırasında Ailesine Yazdığı Mektup:
Sevgili ve bir zamanlar mutlu ailem,
Gelibolu cehenneminden hepinize merhaba! Bu mektubu size yazmak niyetinde değildim. Aslında ben artık kimseyle konuşmak, kimsenin yüzünü görmek istediğimden de emin değilim. Hem siz benim buraya cehennem dediğime bakamayın burası hakikaten güzel bir yer. Üzerleri toz toprakla örtülmeden önce zeytin ağaçlarının bolluğu, savaşa aldırmadan her yanda pıtır pıtır açan kırmızı gelinciklerin neşesi, akşamları yarımadayı kızıla boyayarak batan güneşin insanın içini acıtan güzelliği ve bir de Gelibolu bülbülleri. Gelibolu’da hâlâ un ufak olmadan kalan küçük bir ruh parçam mevcutsa bunu bülbüller sağlamıştır. Eğer o sırada bir Türk öldürmüyor ya da Türkler tarafından öldürülmüyorsak, Gelibolu’nun muhteşem gurubunu seyrediyoruz. Ege Denizi’nin içine gömülen güneşin biraz önce Pasifik Okyanusu’ndan yükselerek Yeni Zelanda’daki ertesi günü aydınlattığını bilmek insanın canını acıtıyor. Fakat bu acı hissi çok kısa sürüyor, sonra yeniden katılaşıyorum.
Artık saatlerce hiçbir şey hissetmiyor ve duymuyorum. Bu arada sadece bakıyor, saklanıyor, ateş ediyor, süngü takıyor, düşman öldürüyor, bit ayıklıyor, yemek diye verdikleri kuru bisküvi, kraker, kuru et parçalarını kemiriyor, zaman olursa yatıyor, çok ender olarak da uyuyorum. Ben artık sadece bir Anzak askeriyim. Ne sevdiğim şarkılar, yemekler, kokular ne de sevdiğim insanlar... Ben artık bir sayıyım. Yaşayan bir sayıyım. Ölürsem o zaman da bir sayı olacağım. “Vatan uğruna kahramanca” ölmüş bir sayı. Kahramanca ve vatan uğruna! Kahramanlık mı? Hadi ya. Kahramanlık zorla olmaz. Vatana gelince... Burası Türklerin vatanı ve bu savaş bizim savaşımız değil. Bizler İngilizlerin de söyledikleri gibi sadece ‘hevesli oğlan çocuklarıyız’. Asıl kahraman olan Türkler. “Johnny Türk” dediğimiz Türkler vatanlarını savunmak için bize karşı çok ağır şartlar altında direniyorlar ve kahramanca ölen asıl onlar.
Geçen hafta ölüleri gömmek için karşılıklı ateş kes ilan edildiğinde ilk defa Türkleri yakından ve canlıyken gördük. Türkler bize anlatılan canavarlara benzemiyordu. Onlar da gözlerinde endişe ve keder olan genç insanlardı. Onların da arkalarında bekleyen üzüntülü aileleri, yaşlı anne-babaları, karıları belki de sevgileri vardı. Onlar da yaralanınca acı çekiyor, onlar da gencecik hayallerini bırakıp ölüyorlar. Türkler de insandı. 
Bana sigara ikram eden iki Türk’e ben de konserve et verdim, ama kabul etmediler. Bu sığır etidir dediysem de inanmadılar. Aslında anlamadılar. O zaman ellerimle kafama boynuz yapıp öküz gibi böğürdüm. Güldüler. Ben de güldüm. Orada savaş meydanında etrafımız askerlerin cesetleriyle doluydu, biz düşmandık ve birbirimize gülüyorduk. Bana sigara ikram eden Türklerden bir “sen no İngiliz” diye şaşırarak sordu. “Ben İngiliz değilim” dedim. Sonra elini uzattı “ben Türk” dedi. Bana uzatılan eli tuttum. Orada, Gelibolu’nun en kanlı savaşlarının yapıldığı o tepede, el sıkıştık. Ben artık bu adamla nasıl düşman olabilirdim? Ben bu adamla neden düşman olmuştum ki? Düşmanım o anda artık arkadaş Türk olmuştu. Ben bu savaşta ölmeyi reddediyorum. Bu benim savaşım değil. Fakat yaşamak için de hiç isteğim kalmadı. Tanrım günahlarımı affet. Hepinizi çok seviyorum.
Ebediyen sizin oğlunuz, Alistair John TAYLOR – Gelibolu 1915.

Atatürk’ün Anzak Analarına Mektubu:
Bu memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır. 
Mustafa Kemal.

Avustralyalı Bir Annenin Ata’ya Cevaben Bir Mektubu:
Gelibolu toraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını âlicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. 
Bir ana olarak bana bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce ilahi.
Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…
Avustralyalı Bir Anne.

15 Mart 2015 Pazar

BAŞKA

Gözlerinde uçurtmalar
Hep böyle mi bakardın?
Sözlerin şelale
Karnımın içinde,
Parmakların?
Hep böyle mi fısıldar?

Seni başka gördüm bugün
Şimdi apaçık sebebin
Güzelim sen hep böyleydin
Ben bir başkayım bugün

23.02.2011 


13 Mart 2015 Cuma

BEN

Ben hiçbir şeyim biliyor musun?
Her şeyim!
Koskoca evrende bir zerre
Evren yüreğimde bir zirve
Ben hiçbir şeyim biliyor musun?
Her şeyim!


19.01.2015

11 Mart 2015 Çarşamba

CANIM PATRONUM

En çok neyinizi seviyorum biliyor musunuz?
Biri kalkıp açık kalmış dolaba uzandığında
“Dolabın kapağını kapatsana” demenizi değil,
“Beni iyi dinle” ile başlayan nasihatinizi
On üç kere tekrarlamanızı da değil,
Babası ölmüş adamın hakkında
“Kendisi ölmedi ya” demenizi de değil,
Bekletilmeye hiç dayanamazken
En az on dakika gecikmenizi de değil,
Herkes pür dikkat kesilmişken
Zeybek havası tutturan telefonunuzu hiç değil,
Hani şu herkesi aptal sandığınız anlarda
Dudağınızda beliren hafif bir kıvrım var ya
Hani pek kimsenin fark etmediği
Ben en çok onu seviyorum.


13.11.2014

10 Mart 2015 Salı

KUM SAATİ YOLCULARI

Sen yelkenini yeldire yeldire nereye gitmektesin?
Kafanı çevirip yanımdan geçmektesin
Bak ben de açtım yelkenimi rüzgâra
Ben de yeldire yeldire gidiyorum senin gibi
Fakat ben biliyorum
Bir kum saatinin içinde estiğimizi
Hepimizin o delikten geçip
Üst üste biriktiğimizi


19.01.2015

9 Mart 2015 Pazartesi

ZİRVEYE NAĞME



Kaç kişi çıktık yola bak
Kaç kişi kaldık şimdi?
Biliyorum yolunda yılmayanın hakkısın ama
Seni görmek için bak nasıl oldum sefil
Ben sana doğru giderim gitmesine daha da
Ne olur gözünü seveyim, azıcık da sen eğil


13.01.2015

6 Mart 2015 Cuma

İNSANLIK ÖLMEDİ

Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviden su istemiş. Bedevi devesinden inip su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.
Bedevi arkasından bağırmış:
“Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”
Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş:
“Eğer anlatırsan,” demiş bedevi, “bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”

Bu hikâye nereden aklıma geldi. Anlatayım efendim. Geçenlerde bir arkadaşımla yolum Mersin’in Mut ilçesine düştü. İşimiz olduğu için gittiğimiz bu memleketten daha önce yolcu olarak gelip geçmişliğim vardı ama memleketlisiyle hiç kelam etmemiştim. Aslında memleketlisi nasıl insanlardır diye merak ettiğimi de hatırlamıyorum. Bu defa yaşadığım bir olayla onları bir daha hiç unutmayacağımı anladım.

Arkadaşımla işimizi halletmeden önce acil tuvalet ihtiyacı hissettiğimiz için Mut’un ana yolu üzerindeki (ah ismini keşke aklıma yazsaydım) temiz görünümlü bir lokantaya girdik. Biz lokantada yiyip içmememize rağmen tuvaletlerini kullanmak için izin istediğimizde homurtuyla karşılık vermelerini beklerken, tam tersi nezaketle izin verdiler. Bizi şaşırttılar doğrusu. Hadi bu neyse, dahası bizi yabancı yolcular olarak gördüklerinden olacak, birer Türk kahvesi pişirip içirdiler. Biz hala art niyet beklentimizi elden bırakmadık. Acaba iki bayanız diye mi yapılıyordu bu? Öyle ya mutlaka bir karşılık beklentisi olmalıydı. Az sonra içeriden kahveyi pişiren bayan da çıkıp halimizi hatırımızı sorunca, art niyet beklentisi toz bulutu olup gözden kayboldu. İçtiklerimizin ücretini ödemek istediğimiz zaman ancak akrabanın yapacağı şeyi yapıp, kesinlikle para almadılar. Düşünün lütfen, şehirlerarası bir yol üzerinde lokanta işletiliyor, gelip geçen yabancılara üç liralık kahveyi dokuz liraya kazık eşliğinde sunmak yerine, ücretsiz ikram etmeyi tercih ediyorlar. Niye ki? Mut’a bir daha gelme ihtimalimiz bile yok. Eeee, niye o zaman? Cevap tabi ki de “insanlık için” olmalı. Hani şu bizim ne olduğunu unuttuğumuz şey.

Yaptıkları şey bizim için değil, kendi insanlıkları içindi. Art niyetli bizler onları enayi filan zannederiz ama onların kazancının kasası bizim gözümüzün görmediği yerde; gönüllerinde. İyilik karşılık beklemez. Tersinden söylersek, karşılık beklenerek yapılan şey iyilik değildir. Biz bu güzel kültürü ne zaman yitirdik yahu? Ne zaman insanları insan gibi değil de yamyam gibi görmeye başladık. Memlekette hala kültür denen şey yaşıyormuş. Bir dağ başında bile olsa insan gibi insanla karşılaşınca maden bulmuş gibi oluyor.

Bizi uğurladılar ama benim bu insanlığı takdir etmem gerekliydi. Öyle ya, bu iyi niyeti suiistimal edenler bu insanları küstürmeden takdir etmeliydim ki, insanlık yaşamaya devam etsin. Arkadaşımla işimizi hallederken gözüm hep yerlerdeydi. Çantamdan eksik etmediğim özel kalemimle uygun bulduğum bir taşa nefis desenler çizecektim (öhöm, pöhöm, elimden böyle sanatsal işler gelir). Desenlerin altına da “bereketiniz bol olsun!” yazacaktım ve lokantaya hediye edecektim. Yaptım da. Hediyemi beğendiklerini görmek beni mutlu etti.


İşte başımdan geçen bu olayla insanlığın ölmediğini anladım. Yaşasın, insanlık hala ölmedi. Yaşıyor, bin yaşasın! Sizden ricam, bu olayı anlatın. Eğer anlatırsanız, bu belki her yere yayılır ve insanlar birbirlerine yardım etmeyi ve insanlığı tekrar kültür olarak benimserler.

5 Mart 2015 Perşembe

AŞK

Bazı şeyler bilinemez, hissedilir. Buna "sezgi" denir. Aşk çok güçlü bir sezgidir.

26 Şubat 2015 Perşembe

AKIL VE GÖNÜL

Kadınların Venüs’ten erkeklerin Mars’tan olduğu söylenir. Biri ateşse, diğeri sudur. Biri mantık yürütmekten, diğeri ise duygularını tetkik etmekten hoşlanır. Biri sonuç odaklı iken, diğerini süreç ilgilendirir. Biri bütünü görme çabasıyla detaylardan uzaklaşır, diğeri detayla ilgilenmekten bütünü kaçırır. Birbirlerinden apayrı ve çatışır gibi görünseler de gerçekte birbirine muhtaç ve ancak birbirleriyle uyum ile dengeye ulaşabilen varlıklardır. Kısacası birisi anahtar, diğeri kilittir.

Dişi ve erkek özellikler yalnız canlılarda değil, olay ve oluşumlarda da vardır. Anahtar ve kilit birbirlerini tamamlayarak bütünü oluştururlar. Bütünü oluşturmak için çatışmak değil, uzlaşmak şarttır ve mutlak denge bu uyum yasasına bağlıdır. Uzak doğu felsefesinde bu denge “yin-yang” ile ifade edilir. Kore bayrağından hatırınıza getirebileceğiniz “yin-yang” simgesi, siyah ve beyazın yani negatif ile pozitifin iç içe geçmesinden oluşan yuvarlak bir biçimdir. Aslında birbirinden ayrı olmayan madalyonun iki yüzünü, yani gerçeklerin iki yüzünü temsil eder. Tıpkı kadın erkek, gece gündüz, yaşam ölüm, siyah beyaz, doğu batı gibidirler. Bunlar evrende birbirine zıt olan ama varoluşları birbirine muhtaç olan oluşumların, olayların simgesel izahıdır ve her şey zıddıyla yaratılmıştır. Düşünceler bile.

Söz konusu negatif ve pozitif denge unsurları, toplumların ve insanların manevi doğasında da bulunmaktadır. Kişinin dengeli bir kişilik oluşturabilmesi için, kendi içindeki bu negatif ve pozitif unsurları uyum içinde dengeye ulaştırması gerekir. İnsan doğasındaki madalyonun iki yüzünü oluşturan zıt unsurlardan biri akıl, diğeri ise gönüldür. Hayatı hedefe uzanan bir yola benzetirsek, bu benzetmede insan hedefe varması gereken bir varlıktır. Bu varlığın hayat yolunda ilerleyebilmesi için iki bacağa veya iki kanata ihtiyacı vardır diyelim. Kanatlardan birisi akıl, diğeri ise gönüldür. İkisi birlikte uyum içinde çalışmadan ilerleme olmayacak, insan yerinde sayacaktır.

Akılsız gönül kişiyi zavallı, bağımlı, çaresiz, kendine yetersiz ve değersiz kılar. Gönülsüz akıl ise kişiyi olmadık maceralar peşine sürükleyip, kendine ve çevresine zararlı kılar. Bu konuda Prof. Oktay Sinanoğlu şöyle diyor; “Akıl bilgisayar gibidir dedik. Senin ne yapıp, nereye gitmek istediğine karar veren akıl değildir. Bu şahıs için de millet için de böyledir. Aklın üstünde gönül vardır. Gönül, çok eski Türkçe bir kelimedir. 510 bin seneliktir. Vicdan, maneviyat, kalbin tamamını içerir. Batı dillerinde karşılığı yoktur. Akıl, bilgisayar gibidir ve maneviyatın temeli olan gönlün emrine verilmelidir. Eğer kişi gönül terbiyesi görmemişse, akıl başıboş kalınca muzırlıklarla uğraşır. Aklı boş bırakmaya gelmez, dolayısıyla ikisinin beraber olması gerekir. Nitekim gönül terbiyesinden yoksun batıdaki bilim adamları ne yapmışlardır? Bilimle atom bombası, zehirli gazlar, biyolojik silahlar yaparak milyonlarca insanın perişan edilmesine yol açmışlardır.”

Doğu toplumlarıysa tarihte yüzyıllarca maneviyat meşalesini ellerinde tutmuşlar, bünyelerinde nice dervişler, filozoflar, gönül erbapları yetiştirmişlerdir. Orhun yazıtlarından anladığımız üzere eski Türk’ler medeniyet ve barış götürmek amacıyla yayılırlarmış ve kelime anlamı olarak “il” barış demekmiş. Yaşadığımız çağda Haçlı seferlerinin sebep olduğu kültürel etkileşimle Müslüman doğudan batıya bilimsellik bulaşırken, batıdan doğuya da ortaçağ karanlığı bulaşmıştır. Doğu akıldan uzaklaşınca üzerlerine çöken miskinlik, tembellik ve gericilik onları ekonomik olarak bağımlı ve çaresiz hale getirmiştir. Batı aklını kullanıp, bilimde gelişmiş, medeniyet meşalesini eline almıştır. Ama ne yazık ki, medeniyeti elinde bulunduran toplumların yayılma amaçları eski Türk devletleri gibi barış götürmek için değil, kendi ekonomik güçlerine güç katmak içindir. Gönül terbiyesinden yoksun oldukları için dünya gün geçtikçe daha da yaşanmaz bir yer haline gelmektedir.

İnsanlığa faydalı işler üretilebilmesi için ve dünyanın yaşanılabilir bir yer olabilmesi için akıl ile gönül arasındaki dengenin kurulması şarttır. Akıl ilkeli işletilmeli, ilkeleri de terbiye almış gönlün belirlemesi gerekmektedir. Yani kısaca anahtar ile kilit birbirine uymalıdır ki, cennet kapısı açılsın.

ÇAP-I ÂLEM ve LİSAN-I ÂDEM

Ah bir bilseler...
Neler anlatmak istiyorum neler?
Ama ne acı, insan kelimelere mahkûm!
Oysa anlatmak istediklerim için,
İnsanlık henüz kelimeler bulamamış.
Ne kadar varsa kelimesi bir lisanın
O kadar mı olmalı dünyası insanın?


11.12.2011

22 Şubat 2015 Pazar

DEĞİŞİM


Hayatı kendi akışına bırakıp, kaçınılmaz olan sonucuna razı olanlar bu yazıyı okumayı şu andan itibaren bırakabilirler, zira sözüm hayatı uğruna mücadele etmek ve gemisini güvenli sahillere yanaştırmak isteyenlere. Eskiden beri söylenen bilgece sözler dilimizdedir. Bu dünya emek dünyası denir, vakit nakittir denir, âlimin uykusu cahilin uyanıklığına yeğdir denir. Bunlar gibi nicesi bilinir bilinmesine de aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Kaç kişi uygular, ya da en azından çabalar?

Öncelikle hayatımız gerçekten bize mi ait diye sorgulamakla başlamalıyız işe. Eşini annesinin, arabasını komşusunun, mesleğini babasının, atacağı oyu arkadaşının seçtiği kimsenin hayatı kendisine ait değildir kuşkusuz. Kendi hayatının efendisi olan dümeni kendi kararlarıyla yönlendirendir. Çünkü fırtınada kaybolacak olan gemi kendi gemisidir. Kişinin kendi aldığı kararın sonuçlarını görmesi kadar öğretici ve geliştirici bir şey daha olamaz. Hatalı bile olsa kişiyi ustalığa taşır.

Kendi kararlarımızın bizi ne yöne götüreceğine dikkat ederek işe başlamalıyız. Bu, gemideki pusulaya benzer ve gemideki en kıymetli şeydir. Pusulanın doğruyu gösterip göstermediğini, hayatımızı gözlemleyerek, yaptıklarımızın sonucunu değerlendirerek anlayabiliriz. İşte güzel bir söz daha; akıllı adam hatalarından ders alandır, daha akıllı adam ise başkalarının hatalarından ders alan. Dümen başında karar verebilmek için hayatı okumak, akıllıca değerlendirmek hayati öneme sahip. 

Hayat öyle sınavlarla doludur ki, hava güneşli, deniz dingin iken kaptanın kaptanlığı anlaşılmaz. Fırtına geçirmeyen kaptanın saygınlığı yoktur üstelik. Hayatta her şey iyiyken insanın kötü olması beklenmez, ama koşullar zorlaştığında er kişi belli eder kendini. Yani, dümen başında akıllı olmak gerektiği kadar, zor koşullarda da yürekli olmak gerekir. Yaşama sevinci geminin motoru gibidir. Hayatı sevmek sadece güzel anlarını sevmek değil, her yönüyle onu kucaklamak, kabullenmek demektir. Bunun için yüreklerin yaşama sevinciyle çarpması gerek.

Hayat yolculuğunda en önemli mevzulardan birisi de zaman konusudur. Zaman, geçmişi ve geleceği ile bütün olmasına karşın, insanlığa sadece şimdiki zaman açıktır. Kişi şimdide yarattıklarıyla geleceğini ve aynı zamanda geçmişini oluşturur. Geçmişe özlemle veya tasalanarak geçirilen şimdiki zaman heba edilmiş bir fırsattır. Gelecek için kaygılanarak geçirilen şimdiki zaman da çöpe atılmış demektir. Yaratılan ne varsa şimdide yaratılır. Bu yüzden şimdinin farkına varmak ve her işi bu farkındalıkla ele almak gerekir. Geçmiş, kişinin yaşadıklarını anlayabilmesi için, gelecek ise anladıklarını yaşayabilmesi için varlar. Ama yaratılan her neyse şu anda yaratılmaktadır. Alınan kararın, sarf edilen sözün, yapılan işin nereye varacağının bilinerek yapılması var, bir de körün dümeni eline alması gibi bilmeden yapılması.


Dünyanın düzenini beğenmeyiz. Bu gidişi değiştirmek konusunda hepimiz hemfikiriz. Eğer bu düşüncemizde samimiysek işe kendimizden başlamamız gerekli. Zira kendi isteğimizle değiştirebileceğimiz tek varlık kendimiziz. Herkes evinin önünü süpürürse dünya temizlenmeye başlar, herkes hayatını pusulasına göre yönlendirirse dünyanın gidişi değişmeye başlar. Hayat bu kolay değil, dünya emek dünyası. Kolay olsaydı zaten adına "sınav" denmezdi. Parayı veren düdüğü çalar diyor hoca, vermeyene bir şey yok. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?

20 Şubat 2015 Cuma

ORGAN BAĞIŞI

Böylesine güzel bir dünyada sağlıklı olmanın nasıl bir özgürlük olduğunu hepimiz biliriz. Hatta “her şeyin başı sağlık” deriz, çünkü biliriz sağlık sıkıntıda olunca yaşam felç olur. Hastalandığımız da sağlığımıza kavuşmaktan başka hiçbir şeyin önemi ve önceliği yoktur. Sadece kendimiz hastalandığımızda değil, canımız kadar sevdiklerimiz hastalandığında da aynı şeyi yaşarız. Hele en değerli emanetimiz olan yavrularımıza bir şey olduğunda, iyileşene kadar zamanın nasıl zor geçtiğini anne babalar çok iyi bilir.

İstanbul Havaalanı’nda görev yaptığım dönemde, bir gün bir yolcu ile tanışıp, konuşmuştum. Oldukça yorgun görünen bir bey 9-10 yaşlarındaki hasta oğlunun İstanbul’da doktor kontrolünü yaptırmış, memleketine geri götürüyordu. Hastalığın çaresi varmış elbet ama gerekli olan şey “ilik nakli” imiş. Çocuğun lösemi yani kan kanseri olduğu anlaşıldığından bu yana başlamış ailenin çilesi. Ellerinde avuçlarında ne varsa tedaviye harcamışlar harcamasına ama konu organ bulmaya gelince iş para bulmaktan daha zor bir hal almış. Beyefendi bana “biliyor musunuz?” diye sordu. “Ülkemizde organ arayan vatandaşların aradıkları organ çoğunlukla İsrail, Yunanistan gibi ülkelerden bulunuyor” dedi. Yakın zaman önce savaştığımız Yunanistan şimdi imdadımıza koşuyor anlaşılan.

Tanık olduğum bu kısa diyalog beni derin düşündürmüştür. Ülkemizde yüksek nüfusa rağmen, bağışlanan organ sayısı çok az. Bu çok büyük oranda bilinçsizlikten ve hatta yanlış bilgi alışverişinden kaynaklanıyor. Konuyu araştırıp, en yakın hastanede organlarımı bağışladım ve 5 dakika gibi bir sürede tüm işlemlerin tamamlanması çok şaşırtıcı ve gurur verici geldi bana.

Söz halkın bilincinden açılmışken, konu hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler için yaptığım araştırmaları paylaşmak istiyorum. Organ bağışı konusunda halkımızın çoğunlukla bilgi sahibi olmadığı hususlardan birisi bağışın nerede ve nasıl yapılacağı konusudur. Organ bağışı İl Sağlık Müdürlüğü, hastaneler ve organ nakli yapan merkezlerde yapılabilir. İşlem esnasında organlarınızın tamamı veya hangilerini bağışlamak istediğiniz tespit ediliyor. Sizin ve yakınınız olan iki kişinin iletişim bilgileri alınıyor. Yapmış olduğunuz bağışa istinaden tarafınıza bir kart veriliyor ve sistemde tüm hastanelerde görülebilecek bir kayıt oluşturuluyor. Bağış işleminin gerçekleşebilmesi için size verilen kart tek başına yeterli değildir. Ailenizin ya da yakınlarınızın rızası olmadan organlarınız alınamayacağından, bu kararınızı onlarla paylaşmanız gerekmektedir. Ayrıca, bağış sonrası kararınızdan vazgeçmeniz halinde, yakınlarınıza yeni kararınızı bildirmeniz ve kartı yırtıp atmanız uygulama açısından yeterli oluyor.

Bir diğer husus da, organ bağışının dinimizce uygun olup olmadığı konusudur. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, organ bağışını insanın insana yapabileceği en büyük yardım olarak tanımlamış, 06.03.1980 tarih ve 396 sayılı kararı ile organ naklinin caiz olduğunu bildirmiştir. Kur’an-ı Kerim Maide Suresi, Ayet 32 konu hakkında dinimiz açısından aydınlatıcı referans olarak gösterilmektedir.

Kafalarda beliren soru işaretlerinden birkaçı da, ölüm sonrası organın nasıl, kimler ve hangi şartlar altında alınacağı konularıdır. Bu konular hakkında şu bilinmelidir ki, bağış yalnızca hastanede gerçekleşen ölümlerde yapılabiliyor. Kişinin ölümünün tıbben kabulü durumunda, yakınlarının onayı alınarak, gerekli organlar ameliyatla alınabiliyor.

Ülkemize pek çok hizmetler vermiş ve vermeye devam eden değerli üstat Hayrettin Karaca’nın her kişiye ve koşula uyan bir sözü var. Der ki, “olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var”. Kısacası, verecek bir şeylerimiz mutlaka var. Hayatın kime ne getireceğini bilemiyoruz ama bilmemiz gereken bir gerçek var, o da hepimizin borcunun olduğu.

Lütfen bu konuda düşünün ve harekete geçin. Böylece hem hayat kurtarmanın, hem de organ mafyasına engel olmanın huzurunu yaşayın.


Demet Yıldırım Durmuş 

14 Şubat 2015 Cumartesi

Lanet Olsun

Bugün "Sevgililer Günü". Adı bile kalbimizi ısıtan bir günde korkunç bir haberle dehşete düştük; 20 yaşındaki hayatının baharında, güzeller güzeli bir kız evladımız haince, üç "kişi (!)" tarafından tecavüze uğrayıp, öldürülüp, yakılıp, bir dereye atılmıştır. Üstadım yazar Ömer Polat ile konuşurken kızımızı acıyla andık. 10 yaşındaki kızımı küçüklüğünden itibaren hiç aklımda olmayan bir spor olan Tekvando'ya gönderdiğim için çok doğru bir iş yaptığıma karar verdiğimi söyledim. Bu canilere bir isim bulamadık. Onlara hayvan desek, hayvanların tümünü sevdiğimizden bir hakaret olmayacak, tersine masum hayvanlara hakaret etmiş olacaktık. "Bok" bile desek, bokun bile gübre olarak doğada bir yeri ve faydası vardır. Küfürler bile insana özgü bir yaşanmışlık, bir değer taşır. Bu mahluklara verilebilecek hiç bir isim bulamadık. Usta yazar dostum bile yetmişin üzerindeki yaşına rağmen, yazarlık ve insanlık yaşantısında onlara uygun gelecek bir isim bulamamış. Bu yaratıkların yaşamda ne ismi, ne de yeri vardır. Onları kınamıyor, onları lanetliyorum. Zira onlara verilebilecek olası bir linç cezası bile bizim kanayan yaramıza derman olamaz. Onlara verilecek dünyevi bir bir ceza yok ne yazık ki. Zira onlar cezanın kendileri. Cahil kalmış halkımıza, düşünmeyen, vicdanını sorgulamayan toplumumuza bir cezanın ta kendisi onlar. Bu cezayı biz inançlarımızı, toplumumuzu, kültürümüzü yozlaştıranlara sessiz kalarak hak ettik. Zaman uyanma zamanıdır. Halkımızın iyi ile kötüyü, ahlaka uygun olanla olmayanı ayırma zamanı, kıyamet zamanını yaşıyoruz. Herkesi düşünmeye davet ediyorum. Artık sorun kıyafet ya da cinsiyet değil, zihniyet sorunudur!

13 Şubat 2015 Cuma

KENDİNE İYİ BAK

"Kendine iyi bak" denince
Nasıl bakarsın merak ederim
Vitamin kutuları mı gelir aklına?
Yoksa banyodaki aynan mı?
Her gün kilona mı bakarsın?
Kim bilir sen de benim gibi
Başını yastığa koyarsın
Seyretmeye başlarsın


25.06.2011

11 Şubat 2015 Çarşamba

NEFES

Kudret veren bir nefes
Nefesin yurdunda bir nefis
Nefisin tanımadığı bir canan
Cananı taşıyan bir yürek
Yüreğin ritmine bir kudret
Kudret veren bir nefes


07.06.2011 

KÖR SAATÇİ – Richard DAWKINS

İnsanoğlu için bazen (belki de çoğunlukla demeliyim) duygusal ve hayali imgelere inanmak gerçeğin kendisine inanmaktan daha kolay gelir. Akıllı bir varlık olan insan, dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğine inanmakta nasıl zorlandıysa, kendisinin de diğer tüm canlılar gibi aynı ağacın kökünden evrimleşerek vücut bulduğuna inanmakta öyle zorlanmıştır. Hatta kendisini diğer varlıklardan üstün tutmak işine geldiği için maymundan türemiş olmayı hakaret saymıştır. Bilimle hiç ilgilenmemiş olanlar için evrim teorisine inanmak zor gelebilir ama tarih öyle gösteriyor ki, bilimin içindeki insanlar bile konu “evrimleşme” olunca güçlü direnç göstermişlerdir. Buna sebep olan şey bilimin ispatladığı hakiki yaradılış öyküsüyle, öğretilmiş dini yaradılış öyküsünün bire bir örtüşmemiş olmasıdır. Ama insan sorgulayan bir varlıktır. Konu inanç bile olsa her şeye kuşkuyla bakabilenler, sorgulayıp yanıt arayanlar için bilimin yolları daima açık ve aydınlıktır.  

İnanç ve din öyle hassas bir konudur ki, çoğunlukla kötü niyetlere alet edilmiş ve yeryüzüne hâkim olabilmek için kullanılmıştır. Samimi olan inançlar hep azınlık kalmış, çoğunluğun yarattığı çirkin örtünün altında gizlenmiştir. Ben bilim adamlarının çoğunun ateist olmasına şaşırmıyorum. Çünkü dinlere mensup çoğunluk gerçeğe karşı bağnazca bir direnç gösteriyorsa ve bu tutum bilim adamlarına bile bulaşabiliyorsa, dini tümden reddetmek mantıklı bir seçim gibi gözükür. Yani çoğu bilim adamı “gözümün gördüğü, bilimin ispatladığına mı inanayım, senin masallarına mı” deme hakkını kullanmıştır ve iyi ki de öyle yapmıştır. Aksi halde bilim olduğu yerde sayardı ve gerçeklerden haberimiz bile olmazdı. Bilim insanın kendi gerçeği hakkında bilmediklerini öğretir. Karanlıkları aydınlığıyla yok eder.  Tanrı ve din konusuna gelince de, ben şahsen bunun kişisel yaşanması gerektiğine ve kimsenin kimseyi kendi inancına zorlamaya hakkının olmadığına inanıyorum. Herkes atalarından kalan dine inanmak veya inanmamakta özgürdür. İnsanın kendisine öğretilen dini sorgulayıp, bilimin ortaya koyduklarıyla değerlendirip, kendince daha iyisini arama özgürlüğü olduğu gibi, toptan reddetme özgürlüğü de vardır. Çeşitliliği dolayısıyla çeşitlilikten doğan güzelliği sağlayan şey de bu özgürlüktür, tıpkı doğanın kendisi gibi.

Evrimsel biyolog Richard Dawkins 1986 yılında yayınladığı “Kör saatçi” kitabında Darwin’in kuramını etraflıca açıklıyor. 6,5 milyar yıllık tarihi olan dünyanın üzerinde canlıların tek hücreden biyolojik çeşitliliğe giden öyküsünü örneklerle anlatıyor. Ekolojik sistemin hiç acele etmeden, rastlantısal değişimlerle mükemmele doğru ilerlemesini mükemmel işleyen bir saate benzetiyor. Saatçinin kör olması ise, nesilden nesile aktarılan genlerde gerçekleşen ufak değişimlerin doğaya en uyumlu olanlarının ayakta kalmasıyla (doğal seçilim) sonuçlanmasının bilinçli seçilmeyişinden ileri geliyor. Kendisini mükemmel şekilde kopyalayıp, gelecek nesillere aktaran bencil yapılı genin (DNA) yaptığı ufacık rastlantısal hatalar olmasaydı, milyarlarca çeşitlilikteki canlılar olmayacaktı. Çeşitliliği etkileyen bir diğer faktör de genin dışında gelişen koşullardır. Kendisini avlayan diğer türlerin becerileri, yeryüzündeki fiziksel koşullar da türün çeşitlenmesini etkiler. Örneğin yeryüzündeki koşullar (iklim, atmosfer, yüz ölçümü, yer çekimi, vs) farklı olsaydı, nesilden nesile aktarılan genlerdeki değişimlerden şimdikinden daha farklı olanları ayakta kalacağından, şimdikinden çok daha farklı canlılar vücut bulabilecekti. Yeryüzüne büyük bir göktaşı isabet etmeseydi dinozorlar günümüzde bile yeryüzünün ezici hâkimi olacaktı ve insan denen varlık hiç vücuda gelemeyecekti. Dawkins kitabında Darwin’in kuramı üzerinden evrimin basamaklarını aktarırken saatçinin hayal edilen tanrıdan ne kadar farklı olduğunu gözler önüne sermektedir. Kör saatçi yaşananlara müdahale eden, ara sıra hışımla parmak sallayan bir tanrı değildir. O işleyişin kendisidir ve her canlı kendi becerisiyle ayakta kalır. Bu yönüyle bile “Kör saatçi” diğer bilimsel kitaplardan farklıdır. İnsanın inancını sorgulatan, düşünce ve inançlarına gerçekçi bir boyut kazandıran bir eserdir.

Tübitak’ın popüler bilim kitapları serisinde yer alan 404 sayfalık bu değerli eserin pek çok satır ve paragrafının altını çizmişim. Tamamını olmasa da kısmen size bu bölümleri aktarmak istiyorum. Özellikle bir konu var ki beni çok etkiledi. Tanrının yaratma biçimini tamamen ters algıladığımı fark ettim. Evrenin yaradılışıyla ilgili izlediğim belgesellerde ve bu kitapta gördüğüm üzere yaradılışı yoktan var etme gibi hayal ederdim. Oysa gerçek tam tersi. Bir şeylerin farklı olabilmesi vardan eksiltmeyle gerçekleşiyor. Nasıl mı? Örneğin ışığın beyaz veya renksiz oluşunu tüm potansiyelleri içinde barındıran mutlak gerçekliğe benzetiyorum. Fakat nesnelerin üzerinde ışığın renkler halinde görünmesi, dalga boyları arasında yapılan seçimlerdir. Kırmızının görünmesi için ışığın içinde barındırdığı diğer renklerin (sarı, mavi, yeşil, turuncu, mor) seçilmemesi gerekli. Anne karnında bir bebeğin biçimlenmesi de aynı yöntemle oluyor. Önce taslak halindeki uzuv ve organlar eksilerek biçimleniyor. Yumru halindeki kol uzantısı geliştikçe eksilerek kol, el ve parmaklar biçimini alıyor. Tıpkı büyük patlamadan sonra maddenin, galaksi ve gezegenlerin oluşumu gibi, yaradılış büyük bir kaya kütlesinin yavaş yavaş yontularak biçimlenmesine benziyor. Evrendeki çeşitliliği oluşturan şey maddenin kendisi olduğu kadar, aradaki boşluklardır da. Yani yaradılış büyürken biçimlenen bir kayaya benziyor diyebilirim. Dawkins bunu sayfa 215’de şöyle ele almış;

“Doğal seçilim yalnızca var olandan bir şeyler eksiltiyor öyle değil mi? Gerçek anlamda yaratıcı bir sürecin bir şeyler de eklemesi gerekmez mi? Bir heykeli göstererek bu soruya kısmen yanıt verebiliriz. Heykeltıraş bir mermer parçasına hiçbir şey eklemez, yalnızca eksiltir.” (Syf. 215) Gelelim diğer alıntılara;

“En yalın biçimiyle doğal seçilim, çevrenin türe zorla kabul ettirildiğini ve bu çevreye en iyi uyum sağlayan genetik çeşitlemelerin hayatta kalabileceğini varsayar. Zorla kabul ettirilen çevredir, tür de bu çevreye uymak üzere evrilir.” (Syf. 400)

“Öte yandan, Darwinci seçilim en ufak ayrıntıyı bile açıklamakta güçlük çekmez.” (Syf. 385)

“Organizmalar aslında birbirleriyle ilişkisiz olamaz, çünkü bizim bildiğimiz yaşamın yerküre üzerinde yalnızca tek bir kez ortaya çıktığı kesindir… Yaşam ağacı bir kez belirli bir en küçük uzaklığın ötesine dallandıktan sonra (temelde bu türün sınırlarıdır), dallar asla ve asla tekrar bir araya gelmez… Kuşlar ve memeliler ortak bir atadan gelmişlerdir, fakat artık evrim ağacının ayrı dallarındadırlar ve asla bir araya gelmeyeceklerdir: Bir kuşla bir insanın melezi olmayacaktır. Aynı ortak atadan gelmiş olma özelliğine sahip organizmalar grubuna –ki bu ortak ata, grup üyesi olmayanların ortak atası değildir- dal diyoruz.” (Syf. 330)

“Tüm bu tümceler (değişiklikler), yalnızca 64 sözcüklü evrensel bir sözlükle (DNA) yapılıyor.” (Syf. 346)

“Temel varsayımımız, genlerin türün gen havuzunda kendi sayılarını çoğaltmaya çalışan, ‘bencil’ varlıklar olduğu. Fakat bir genin çevresi, büyük ölçüde, aynı gen havuzunda seçilmekte olan diğer genlerden oluştuğu için, genler aynı gen havuzundaki diğer genlerle işbirliği yapmakla üstünlük sağlar. Aynı amaca ulaşmak için birlikte çalışan büyük hücre kümelerinin, ilksel çorba içerisinde debelenen tek tek kopyalayıcılar yerine vücutlarının evrilmiş olmasının nedeni budur.” (Syf. 246)


Bu arada evrimleşme yolculuğundaki genlerin başarı öyküsü, sizce de zihinsel evrimleşme sürecindeki insanların başarı öyküsüne çok benzemiyor mu? Evrimleşme ürettiğimiz telefondan, yarattığımız lisanlara kadar her yerde yasalarını işletirken bu gerçeğe daha fazla gözlerimizi kapatabilir miyiz? Maymunların genetik bir sıçrama yapmış modeli biziz ama bu gerçekleşmeseydi evrim ağacının en baskın “Homo Sapiens” dalı hiç serpilmemiş olurdu. Maymunlar kendilerinin farelerden geldikleri hakkında, hatta yaradılış hakkında hiçbir fikirleri olmadan yaşamlarına devam ederlerdi. Bizim “Homo Sapiens” dalını oluşturup, düşünüp konuşabilen varlıklar olarak vücut bulmamız maymundan geldiğimiz gerçeğini yok edemez. Maymunlardan kendisini üstün gören “Homo Sapiens” maymundan üstün olan özelliğini ‘aklını’ ve ‘vicdanını’ kullanmadığı sürece ne yazık ki insan karşısında aciz maymunun asla alçalamayacağı bir mertebeye kadar düşmüştür benim gözümde. Bu yüzden biyolojik olarak insan olmak başka, hakkıyla insan olmak ise bambaşka bir konudur. Dawkins’in bu değerli eserinin sizleri de düşünmeye sevk etmesini umarım.