11 Şubat 2015 Çarşamba

KÖR SAATÇİ – Richard DAWKINS

İnsanoğlu için bazen (belki de çoğunlukla demeliyim) duygusal ve hayali imgelere inanmak gerçeğin kendisine inanmaktan daha kolay gelir. Akıllı bir varlık olan insan, dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğine inanmakta nasıl zorlandıysa, kendisinin de diğer tüm canlılar gibi aynı ağacın kökünden evrimleşerek vücut bulduğuna inanmakta öyle zorlanmıştır. Hatta kendisini diğer varlıklardan üstün tutmak işine geldiği için maymundan türemiş olmayı hakaret saymıştır. Bilimle hiç ilgilenmemiş olanlar için evrim teorisine inanmak zor gelebilir ama tarih öyle gösteriyor ki, bilimin içindeki insanlar bile konu “evrimleşme” olunca güçlü direnç göstermişlerdir. Buna sebep olan şey bilimin ispatladığı hakiki yaradılış öyküsüyle, öğretilmiş dini yaradılış öyküsünün bire bir örtüşmemiş olmasıdır. Ama insan sorgulayan bir varlıktır. Konu inanç bile olsa her şeye kuşkuyla bakabilenler, sorgulayıp yanıt arayanlar için bilimin yolları daima açık ve aydınlıktır.  

İnanç ve din öyle hassas bir konudur ki, çoğunlukla kötü niyetlere alet edilmiş ve yeryüzüne hâkim olabilmek için kullanılmıştır. Samimi olan inançlar hep azınlık kalmış, çoğunluğun yarattığı çirkin örtünün altında gizlenmiştir. Ben bilim adamlarının çoğunun ateist olmasına şaşırmıyorum. Çünkü dinlere mensup çoğunluk gerçeğe karşı bağnazca bir direnç gösteriyorsa ve bu tutum bilim adamlarına bile bulaşabiliyorsa, dini tümden reddetmek mantıklı bir seçim gibi gözükür. Yani çoğu bilim adamı “gözümün gördüğü, bilimin ispatladığına mı inanayım, senin masallarına mı” deme hakkını kullanmıştır ve iyi ki de öyle yapmıştır. Aksi halde bilim olduğu yerde sayardı ve gerçeklerden haberimiz bile olmazdı. Bilim insanın kendi gerçeği hakkında bilmediklerini öğretir. Karanlıkları aydınlığıyla yok eder.  Tanrı ve din konusuna gelince de, ben şahsen bunun kişisel yaşanması gerektiğine ve kimsenin kimseyi kendi inancına zorlamaya hakkının olmadığına inanıyorum. Herkes atalarından kalan dine inanmak veya inanmamakta özgürdür. İnsanın kendisine öğretilen dini sorgulayıp, bilimin ortaya koyduklarıyla değerlendirip, kendince daha iyisini arama özgürlüğü olduğu gibi, toptan reddetme özgürlüğü de vardır. Çeşitliliği dolayısıyla çeşitlilikten doğan güzelliği sağlayan şey de bu özgürlüktür, tıpkı doğanın kendisi gibi.

Evrimsel biyolog Richard Dawkins 1986 yılında yayınladığı “Kör saatçi” kitabında Darwin’in kuramını etraflıca açıklıyor. 6,5 milyar yıllık tarihi olan dünyanın üzerinde canlıların tek hücreden biyolojik çeşitliliğe giden öyküsünü örneklerle anlatıyor. Ekolojik sistemin hiç acele etmeden, rastlantısal değişimlerle mükemmele doğru ilerlemesini mükemmel işleyen bir saate benzetiyor. Saatçinin kör olması ise, nesilden nesile aktarılan genlerde gerçekleşen ufak değişimlerin doğaya en uyumlu olanlarının ayakta kalmasıyla (doğal seçilim) sonuçlanmasının bilinçli seçilmeyişinden ileri geliyor. Kendisini mükemmel şekilde kopyalayıp, gelecek nesillere aktaran bencil yapılı genin (DNA) yaptığı ufacık rastlantısal hatalar olmasaydı, milyarlarca çeşitlilikteki canlılar olmayacaktı. Çeşitliliği etkileyen bir diğer faktör de genin dışında gelişen koşullardır. Kendisini avlayan diğer türlerin becerileri, yeryüzündeki fiziksel koşullar da türün çeşitlenmesini etkiler. Örneğin yeryüzündeki koşullar (iklim, atmosfer, yüz ölçümü, yer çekimi, vs) farklı olsaydı, nesilden nesile aktarılan genlerdeki değişimlerden şimdikinden daha farklı olanları ayakta kalacağından, şimdikinden çok daha farklı canlılar vücut bulabilecekti. Yeryüzüne büyük bir göktaşı isabet etmeseydi dinozorlar günümüzde bile yeryüzünün ezici hâkimi olacaktı ve insan denen varlık hiç vücuda gelemeyecekti. Dawkins kitabında Darwin’in kuramı üzerinden evrimin basamaklarını aktarırken saatçinin hayal edilen tanrıdan ne kadar farklı olduğunu gözler önüne sermektedir. Kör saatçi yaşananlara müdahale eden, ara sıra hışımla parmak sallayan bir tanrı değildir. O işleyişin kendisidir ve her canlı kendi becerisiyle ayakta kalır. Bu yönüyle bile “Kör saatçi” diğer bilimsel kitaplardan farklıdır. İnsanın inancını sorgulatan, düşünce ve inançlarına gerçekçi bir boyut kazandıran bir eserdir.

Tübitak’ın popüler bilim kitapları serisinde yer alan 404 sayfalık bu değerli eserin pek çok satır ve paragrafının altını çizmişim. Tamamını olmasa da kısmen size bu bölümleri aktarmak istiyorum. Özellikle bir konu var ki beni çok etkiledi. Tanrının yaratma biçimini tamamen ters algıladığımı fark ettim. Evrenin yaradılışıyla ilgili izlediğim belgesellerde ve bu kitapta gördüğüm üzere yaradılışı yoktan var etme gibi hayal ederdim. Oysa gerçek tam tersi. Bir şeylerin farklı olabilmesi vardan eksiltmeyle gerçekleşiyor. Nasıl mı? Örneğin ışığın beyaz veya renksiz oluşunu tüm potansiyelleri içinde barındıran mutlak gerçekliğe benzetiyorum. Fakat nesnelerin üzerinde ışığın renkler halinde görünmesi, dalga boyları arasında yapılan seçimlerdir. Kırmızının görünmesi için ışığın içinde barındırdığı diğer renklerin (sarı, mavi, yeşil, turuncu, mor) seçilmemesi gerekli. Anne karnında bir bebeğin biçimlenmesi de aynı yöntemle oluyor. Önce taslak halindeki uzuv ve organlar eksilerek biçimleniyor. Yumru halindeki kol uzantısı geliştikçe eksilerek kol, el ve parmaklar biçimini alıyor. Tıpkı büyük patlamadan sonra maddenin, galaksi ve gezegenlerin oluşumu gibi, yaradılış büyük bir kaya kütlesinin yavaş yavaş yontularak biçimlenmesine benziyor. Evrendeki çeşitliliği oluşturan şey maddenin kendisi olduğu kadar, aradaki boşluklardır da. Yani yaradılış büyürken biçimlenen bir kayaya benziyor diyebilirim. Dawkins bunu sayfa 215’de şöyle ele almış;

“Doğal seçilim yalnızca var olandan bir şeyler eksiltiyor öyle değil mi? Gerçek anlamda yaratıcı bir sürecin bir şeyler de eklemesi gerekmez mi? Bir heykeli göstererek bu soruya kısmen yanıt verebiliriz. Heykeltıraş bir mermer parçasına hiçbir şey eklemez, yalnızca eksiltir.” (Syf. 215) Gelelim diğer alıntılara;

“En yalın biçimiyle doğal seçilim, çevrenin türe zorla kabul ettirildiğini ve bu çevreye en iyi uyum sağlayan genetik çeşitlemelerin hayatta kalabileceğini varsayar. Zorla kabul ettirilen çevredir, tür de bu çevreye uymak üzere evrilir.” (Syf. 400)

“Öte yandan, Darwinci seçilim en ufak ayrıntıyı bile açıklamakta güçlük çekmez.” (Syf. 385)

“Organizmalar aslında birbirleriyle ilişkisiz olamaz, çünkü bizim bildiğimiz yaşamın yerküre üzerinde yalnızca tek bir kez ortaya çıktığı kesindir… Yaşam ağacı bir kez belirli bir en küçük uzaklığın ötesine dallandıktan sonra (temelde bu türün sınırlarıdır), dallar asla ve asla tekrar bir araya gelmez… Kuşlar ve memeliler ortak bir atadan gelmişlerdir, fakat artık evrim ağacının ayrı dallarındadırlar ve asla bir araya gelmeyeceklerdir: Bir kuşla bir insanın melezi olmayacaktır. Aynı ortak atadan gelmiş olma özelliğine sahip organizmalar grubuna –ki bu ortak ata, grup üyesi olmayanların ortak atası değildir- dal diyoruz.” (Syf. 330)

“Tüm bu tümceler (değişiklikler), yalnızca 64 sözcüklü evrensel bir sözlükle (DNA) yapılıyor.” (Syf. 346)

“Temel varsayımımız, genlerin türün gen havuzunda kendi sayılarını çoğaltmaya çalışan, ‘bencil’ varlıklar olduğu. Fakat bir genin çevresi, büyük ölçüde, aynı gen havuzunda seçilmekte olan diğer genlerden oluştuğu için, genler aynı gen havuzundaki diğer genlerle işbirliği yapmakla üstünlük sağlar. Aynı amaca ulaşmak için birlikte çalışan büyük hücre kümelerinin, ilksel çorba içerisinde debelenen tek tek kopyalayıcılar yerine vücutlarının evrilmiş olmasının nedeni budur.” (Syf. 246)


Bu arada evrimleşme yolculuğundaki genlerin başarı öyküsü, sizce de zihinsel evrimleşme sürecindeki insanların başarı öyküsüne çok benzemiyor mu? Evrimleşme ürettiğimiz telefondan, yarattığımız lisanlara kadar her yerde yasalarını işletirken bu gerçeğe daha fazla gözlerimizi kapatabilir miyiz? Maymunların genetik bir sıçrama yapmış modeli biziz ama bu gerçekleşmeseydi evrim ağacının en baskın “Homo Sapiens” dalı hiç serpilmemiş olurdu. Maymunlar kendilerinin farelerden geldikleri hakkında, hatta yaradılış hakkında hiçbir fikirleri olmadan yaşamlarına devam ederlerdi. Bizim “Homo Sapiens” dalını oluşturup, düşünüp konuşabilen varlıklar olarak vücut bulmamız maymundan geldiğimiz gerçeğini yok edemez. Maymunlardan kendisini üstün gören “Homo Sapiens” maymundan üstün olan özelliğini ‘aklını’ ve ‘vicdanını’ kullanmadığı sürece ne yazık ki insan karşısında aciz maymunun asla alçalamayacağı bir mertebeye kadar düşmüştür benim gözümde. Bu yüzden biyolojik olarak insan olmak başka, hakkıyla insan olmak ise bambaşka bir konudur. Dawkins’in bu değerli eserinin sizleri de düşünmeye sevk etmesini umarım. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder