8 Ocak 2015 Perşembe

YABANCI - ALBERT CAMUS


Büyülendiğim kitaplardan birisidir “Yabancı”. Cezayir doğumlu aslen Fransız (bu arada annesi de İspanyol) yazar Albert Camus’nun en etkileyici eserlerinden birisidir. 1957 yılında “Nobel Edebiyat Ödülü”ne layık görülmüş ve bu ödülü en genç elde etmiş ikinci yazar unvanına erişmiş Camus, her ne kadar kendisi kabul etmese de “varoluşçuluk” ve “absürdizm” (saçma) akımlarının öncüsü kabul edilir. Kendini her hangi bir şeyin öncüsü kabul etmeyişi bile bana göre iyi bir yazar olduğunun göstergesidir.

Absürdizm herhangi bir yaratıcı olmadığından (herkesin inancına saygımız var) insanlığın evrende bir anlam bulmasına yönelik uğraşlarının boşa bir çaba olduğunu ve eninde sonunda bu anlam uğraşının başarısız olacağını söyleyen felsefi düşünce akımıdır. Camus çelişkiyi şöyle ifade eder; “Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak ‘absürd’ün ta kendisidir.” (Saçmalığın daniskası demek istiyor yani). Camus’nun felsefesini en iyi anlatan sözlerinden birisi de, “hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız”dır. (Ben ona kısmen katılıyorum ama itina ile yaşamanın sonlu bile olsa biricik hayata âşık olunca anlam kazandığını savunuyorum, yoksa saçmalığın daniskası olmaktan kurtaramayız ve kim bilir intihar filan düşünürüz.)

Camus aynı zamanda iyi bir futbolcudur. Kalesini güçlü sezgisiyle iyi savunan bir kalecidir. Hatta “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum.” demiştir. (Zeki, çevik aynı anda ahlaklıydı sanırsam)

Camus 47 yaşında (bu kadarcığı bile büyük bir yazar olmak için yeterli olmuş) trafik kazasıyla ölmüştür. İntihar olup olmadığı ise hala muammadır. (İntihar ettiyse eğer, anlam aramayı saçma bulduğu için midir, itinayla yaşamaya değer bulmadığı için midir bilinmez)

Gelelim “Yabancı” ya. Kitabın konusu oldukça basittir, eni ise oldukça incedir (hepi topu 110 sayfa). Cezayir’de bir iş yerinde çalışan, orta sınıftan bir Fransız olan “yabancı”nın ön ismini kitap boyunca öğrenemiyorsunuz. Bir “yabancı” oluşunu ise yaşadığı olaylara verdiği tuhaf tepkisinden hatta daha doğrusu tepkisizliğinden öğreniyorsunuz. Her şeyi yargılamadan kanıksamış veya her şeyden tamamen uzak (salt gözlemci gibi) bir tutumu var ve bu tutumuna “yabancı” sıfatı öyle yakışıyor ki, Camus başkarakterine belki de bu nedenle bir isim vermemiştir. Hikâye “yabancı”nın annesinin ölüm telgrafını almasıyla başlıyor. Annesinin cenazesine gidişini, gündelik yaşantısında tanıştığı kız arkadaşıyla olan tuhaf ilişkisini (tuhaf çünkü kızla evlenmeye karar vermesi de evlenmemesinden farksız onun için), tuhaf arkadaşlık ilişkilerini, içinde bulunduğu koşulların onu zorlamamasına rağmen bir Arap’ı tuhaf bir nedenle (yargılanırken ‘sadece güneş yüzündendi’ diye açıklama getiriyor) öldürmesini ve cinayetin ardından yargılanıp idam gününe kadar süren yaşantısını (daha çok yabancı gözlerle yaptığı gözlemini diyebiliriz) konu alıyor. Yabancı yaşadığı dünyadan kendince bir yolla izole olmuş, tepkileri beklenilenden daima farklı, normal insanların kaygı ve isteklerini taşımayan, ölüm anına kadar ölümü hiç önemsememiş, ama değerini kaybederken gören bir adamın öyküsü. Tıpkı her şeyi ilk defa deneyimleyen bir çocuk gibi. Dili ve anlatımı öyle yalın ki, kendinizi yabancının gözlemlerinin içinde buluyorsunuz. Kitabın beni en büyüleyen yanı, Camus’un yabancısının tıpkı dünyaya ilk defa gelmiş bir uzaylının gözleriyle gördüğü veya hiçbir toplumsal öğretiyi daha üzerine giymemiş çıplak bir çocuk saflığındaki gözlemlerini okuyucusuna ustalıkla aktarabilmesi. Yabancı duygusuz bir sadist değildir, tam tersine herkesin sempati duyabileceği saf bir insandır. Hatta onu ölüme götüren bile bu saflığıdır.

“Yabancı” hayatta gözünün önünden geçen her şeye bir yargıyla bakmaya alışkın insanoğluna yargısız nasıl bakılabileceğini gösteren bir başyapıttır. İnsanlara “kırın kalıplarınızı” demeden, sessizce bu çığlığı atan müthiş bir eserdir. Bakmak isteyene bu kitap bir boy aynasıdır. Ellerindeki her değeri doğru sanıp, sıkıca tutan insanlar belki de bir Arap’ı öldüren bir insandan daha suçludurlar. İnsanların doğru sanılandan kurtulup, gerçekten doğru olanı bulabilmeleri için öncelikle ellerindekileri bırakabilmeleri gerekir. Neden mi? Bu zoru başarmadan, yargılardan tamamen soyunmadan insan kendine yakışanı giyemez de ondan.

Her zamanki gibi kitaptan bir alıntı ile kapanışı yapıyorum. Altını çizmişim. Yabancı’nın idamından bir gün önce hücresindeki bir düşüncesini aktaran bu paragraf sayfa 99’dan geliyor;

“O anlarda annemin, babamla ilgili olarak bana anlattığı bir hikâyeyi hatırladım. Babamı tanımamıştım. Bu adam hakkında bildiğim tek belirli şey de belki annemin bu hikâyeyi bana anlatırken söyledikleriydi: Babam bir katilin idamını seyretmeye gitmiş. Böyle bir şeyi seyretmeye gitme düşüncesi onu hasta ediyormuş. Ama yine de gitmiş ve dönüşte öğleye kadar kusmuş. O zamanlar babamdan biraz tiksiniyordum. Şimdi onu anlıyordum, o kadar doğal bir şeydi ki bu. Ölüm cezasının çok önemli bir şey olduğunu, hatta bir bakıma onun, bir insanın ilgisini çekecek tek şey olduğunu nasıl olmuştu da anlamamıştım?...”

                                                                                                Demet Yıldırım Durmuş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder