Büyülendiğim
kitaplardan birisidir “Yabancı”. Cezayir doğumlu aslen Fransız (bu arada annesi
de İspanyol) yazar Albert Camus’nun en etkileyici eserlerinden birisidir. 1957
yılında “Nobel Edebiyat Ödülü”ne layık görülmüş ve bu ödülü en genç elde etmiş
ikinci yazar unvanına erişmiş Camus, her ne kadar kendisi kabul etmese de “varoluşçuluk”
ve “absürdizm” (saçma) akımlarının öncüsü kabul edilir. Kendini her hangi bir
şeyin öncüsü kabul etmeyişi bile bana göre iyi bir yazar olduğunun
göstergesidir.
Absürdizm
herhangi bir yaratıcı olmadığından (herkesin inancına saygımız var) insanlığın evrende bir anlam bulmasına
yönelik uğraşlarının boşa bir çaba olduğunu ve eninde sonunda bu anlam
uğraşının başarısız olacağını söyleyen felsefi düşünce akımıdır. Camus
çelişkiyi şöyle ifade eder; “Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte
öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu
çelişkiyle yaşamak ‘absürd’ün ta kendisidir.” (Saçmalığın daniskası demek
istiyor yani). Camus’nun felsefesini en iyi anlatan sözlerinden birisi de, “hayat
hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız”dır. (Ben ona kısmen katılıyorum ama
itina ile yaşamanın sonlu bile olsa biricik hayata âşık olunca anlam kazandığını
savunuyorum, yoksa saçmalığın daniskası olmaktan kurtaramayız ve kim bilir intihar
filan düşünürüz.)
Camus
aynı zamanda iyi bir futbolcudur. Kalesini güçlü sezgisiyle iyi savunan bir kalecidir.
Hatta “Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam
onu futbola borçluyum.” demiştir. (Zeki, çevik aynı anda ahlaklıydı sanırsam)
Camus
47 yaşında (bu kadarcığı bile büyük bir yazar olmak için yeterli olmuş) trafik
kazasıyla ölmüştür. İntihar olup olmadığı ise hala muammadır. (İntihar ettiyse
eğer, anlam aramayı saçma bulduğu için midir, itinayla yaşamaya değer bulmadığı
için midir bilinmez)
Gelelim
“Yabancı” ya. Kitabın konusu oldukça basittir, eni ise oldukça incedir (hepi
topu 110 sayfa). Cezayir’de bir iş yerinde çalışan, orta sınıftan bir Fransız
olan “yabancı”nın ön ismini kitap boyunca öğrenemiyorsunuz. Bir “yabancı”
oluşunu ise yaşadığı olaylara verdiği tuhaf tepkisinden hatta daha doğrusu
tepkisizliğinden öğreniyorsunuz. Her şeyi yargılamadan kanıksamış veya her
şeyden tamamen uzak (salt gözlemci gibi) bir tutumu var ve bu tutumuna “yabancı”
sıfatı öyle yakışıyor ki, Camus başkarakterine belki de bu nedenle bir isim
vermemiştir. Hikâye “yabancı”nın annesinin ölüm telgrafını almasıyla başlıyor. Annesinin
cenazesine gidişini, gündelik yaşantısında tanıştığı kız arkadaşıyla olan tuhaf
ilişkisini (tuhaf çünkü kızla evlenmeye karar vermesi de evlenmemesinden
farksız onun için), tuhaf arkadaşlık ilişkilerini, içinde bulunduğu koşulların
onu zorlamamasına rağmen bir Arap’ı tuhaf bir nedenle (yargılanırken ‘sadece
güneş yüzündendi’ diye açıklama getiriyor) öldürmesini ve cinayetin ardından
yargılanıp idam gününe kadar süren yaşantısını (daha çok yabancı gözlerle
yaptığı gözlemini diyebiliriz) konu alıyor. Yabancı yaşadığı dünyadan kendince
bir yolla izole olmuş, tepkileri beklenilenden daima farklı, normal insanların kaygı
ve isteklerini taşımayan, ölüm anına kadar ölümü hiç önemsememiş, ama değerini
kaybederken gören bir adamın öyküsü. Tıpkı her şeyi ilk defa deneyimleyen bir
çocuk gibi. Dili ve anlatımı öyle yalın ki, kendinizi yabancının gözlemlerinin
içinde buluyorsunuz. Kitabın beni en büyüleyen yanı, Camus’un yabancısının
tıpkı dünyaya ilk defa gelmiş bir uzaylının gözleriyle gördüğü veya hiçbir
toplumsal öğretiyi daha üzerine giymemiş çıplak bir çocuk saflığındaki gözlemlerini
okuyucusuna ustalıkla aktarabilmesi. Yabancı duygusuz bir sadist değildir, tam
tersine herkesin sempati duyabileceği saf bir insandır. Hatta onu ölüme götüren bile
bu saflığıdır.
“Yabancı”
hayatta gözünün önünden geçen her şeye bir yargıyla bakmaya alışkın insanoğluna
yargısız nasıl bakılabileceğini gösteren bir başyapıttır. İnsanlara “kırın
kalıplarınızı” demeden, sessizce bu çığlığı atan müthiş bir eserdir. Bakmak
isteyene bu kitap bir boy aynasıdır. Ellerindeki her değeri doğru sanıp, sıkıca
tutan insanlar belki de bir Arap’ı öldüren bir insandan daha suçludurlar. İnsanların
doğru sanılandan kurtulup, gerçekten doğru olanı bulabilmeleri için öncelikle ellerindekileri
bırakabilmeleri gerekir. Neden mi? Bu zoru başarmadan, yargılardan tamamen soyunmadan
insan kendine yakışanı giyemez de ondan.
Her
zamanki gibi kitaptan bir alıntı ile kapanışı yapıyorum. Altını çizmişim.
Yabancı’nın idamından bir gün önce hücresindeki bir düşüncesini aktaran bu
paragraf sayfa 99’dan geliyor;
“O
anlarda annemin, babamla ilgili olarak bana anlattığı bir hikâyeyi hatırladım.
Babamı tanımamıştım. Bu adam hakkında bildiğim tek belirli şey de belki annemin
bu hikâyeyi bana anlatırken söyledikleriydi: Babam bir katilin idamını
seyretmeye gitmiş. Böyle bir şeyi seyretmeye gitme düşüncesi onu hasta
ediyormuş. Ama yine de gitmiş ve dönüşte öğleye kadar kusmuş. O zamanlar
babamdan biraz tiksiniyordum. Şimdi onu anlıyordum, o kadar doğal bir şeydi ki
bu. Ölüm cezasının çok önemli bir şey olduğunu, hatta bir bakıma onun, bir
insanın ilgisini çekecek tek şey olduğunu nasıl olmuştu da anlamamıştım?...”
Demet Yıldırım Durmuş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder