31 Ocak 2015 Cumartesi

SORU

İnsanın her sorusuna hayatın bir cevabı vardı.
İnsan sorduğu her sorusuna cevabını aldı.
Bazı soruları sormak işine gelmedi.
Bu yüzden bazı soruları hiç sormadı.


31.01.2015

O an...

Odanın sessizliğini açılan kapının gıcırtısı bozdu. Kapıda bir kadın belirdi. Üçü de oturdukları yerden başlarını kapıya doğru çevirdiler. Kadın ağır adımlarla içeriye girdi. Birisi kadının üzerine giydiklerini gördü. Öteki giydiklerinin altındaki teni gördü. Diğeri de tenin içindeki canı gördü. Hepsi de gördükleriyle beslendiler.

Maya'nın Dünyası (romandan bir parça)

Balığın yanak etini çok sevmesine rağmen bir yanağını büyük kızına, diğer yanağını da küçük kızına yedirince kendi yemiş kadar mutlu olurdu babası. Portakalı bir defada soyar, çıkan tek parçayı gözlük yapıp takardı. Sağ ayağına giydiği çorabı kesinlikle soluna giymez, ikisini asla karıştırmazdı. Kızlarına göz kırpıp, mutfakta meşgul annesinin arkasına usulca ilişip toplanmış saçlarının açıkta bıraktığı ensesine üfler, onu korkudan zıplatırdı. Daha sonra sarılıp öpmeyi de ihmal etmezdi. Burun ucu kapalı terlik giyemezdi. Misafirlikte bile açık terlik bulamazsa hiç giymemeyi tercih ederdi. Tarih okumayı da anlatmayı da çok severdi. Küçük kızına Maya ismini de o koymuştu. Maya medeniyetinin önemli bir sır saklayan eski bir Türk medeniyeti olduğuna inanırdı. Başkasının sırtından geçinen tembel insanlara hiç saygı göstermediğini onlara öyle veya böyle hissettirirdi. Yağmurlu havaları çok sever, ıslak toprağın kokusunu zevkle burnundan içine çekerdi. Ölümüyle bedeni kokusunu özlediği toprağa, tüm anıları da onu özleyen kızının zihnine mühürlendi.


Yan yana üç noktayla yarım bırakılmış, Maya’da tamamlanmamış bir cümle gibi mühürlenmişti babası. Tek nokta olsa cümlelerin devamı gelebilirdi ama üç nokta devamını bu dünyada saklamış, geri kalanını diğer dünyaya sarkıtmış yarım bir cümle gibi gizlemişti onu. Yazarın eli o üç noktayı koymuştu bir kere. Gerçekliğin yazısında geriye döndüren bir silginin bulunmadığını tam anlamıyla o zaman öğrenmişti Maya. Kader üç noktayı koymuşsa, attığı düğümünü bir daha açmazdı. (Maya'nın Dünyası)
       

30 Ocak 2015 Cuma

İŞİM ÇOKTUR BENİM

Ne iş yaptığımı sordunuz
Belki adı, kariyeri yoktur ama
İşim çoktur benim
Kimsenin yerini bilmediği
Tek çivi gibidir
Hani çıkıverse aks dingil dağılır
Öyle bir şey benimkisi

Bazen okeyinize dördüncü
Bazen sağlığınıza duacı
Bazen çocuğunuza anlık bakıcı
Bazen eksik kadronuza bir oyuncu
Bazen kendinizden haberci
Bazen Mahmut isimli bir dalgacı

Hani görünmez bir el gibi
Öyle bir şey benimkisi


30.01.2015

27 Ocak 2015 Salı

ÖLMEYİN (18.01.2012 tarihli gazete makalem)

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar,
Müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoş görmeyi barındırmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler,
İzzetinefislerini yıkanlar
Hiçbir zaman yardım istemeyenler.

Yavaş yavaş ölürler

Alışkanlıklara esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen
Veya bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler

İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
Görmek istemekten kaçınanlar
Yavaş yavaş ölürler.

Yavaş yavaş ölürler

Aşkta veya işte bedbaht olup istikamet değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin
Dışına çıkmamış olanlar.

Yavaş yavaş ölürler...

Sözlerime Şilili şair Pablo Neruda’nın “Ölmeyin” adlı şiiriyle başlamak istedim. Bu şiir ifade etmek istediğim konuyu öyle güzel dile getiriyor ki, aslında fazla söze yer bırakmıyor. Yaşamak denen şey sadece nefes alıp vermekten, yiyip içmekten ibaret olsaydı, birileri dünyanın öbür ucunda oturup böylesi bir şiir yazmazdı ve başka birileri de dünyanın diğer ucunda oturup bu yazıyı kaleme almazdı.

Yaşam ileri doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılır. Hayatlarımızı anlamaya çalıştığımızda, durup geriye doğru bakar ve bizde iz bırakan anları düşünürüz. Aslında çoğunlukla bu anlar bizi ileriye taşıyan, hayatımızı oluşturan zincirin önemli halkaları gibidirler. Olumlu veya olumsuz, iyi veya kötü mutlaka görevleri olan halkalardır onlar. Büyük resmi görmemiz için yaşanmış ve görevini tamamlamış önemli anlardır. Yaşanan her detay bizi büyütür, olgunlaştırır. Bize sürekli mesaj veren öğretmen gibidirler. Tecrübe fırtınalarla kazanılır. Fırtına geçirmeyen kaptanın saygınlığı olmadığı gibi, hayatta da yaşanmışlık kişiyi pişirir, güzelleştirir. Pişmiş aş nasıl kokmazsa, pişmiş insan da öyle kokmaz işte.

Olgunlaşmak ve gerçekten yaşamak için risk almak gerekir. Denemek, düşmek ama neden düştüğünü anlamak ve tekrar denemek gerekir. Farklı düşünceleri anlamaya çalışmak, sorgulamak gerekir. En doğru yolun kendisinin olduğunu ısrar etmek yerine farklı yolların da olabileceğini kabul etmek gerekir.

Değişebilmek, değişimi kabullenmek gerekir. Hiç bir şeyin garantisinin olmadığını bilmek, hiçbir şeyin sahibi de olmadığımızı bilmek gerekir. Zamanımızın kısa, hatta sandığımızdan daha kısa olduğunu yolun başında bilmek gerekir. Her canlı zerresinin iyilik için emek vermeye değdiğini ve hiçbir şeyin bencilliğe değmediğini bilmek gerekir. En büyük pişmanlığın yaşamış olduklarımızdan değil, yaşamamış olduklarımızdan olduğunu bilmek gerekir. Korkunun kişiyi hapsettiğini, hareket edecek alan bırakmayacak kadar küçülttüğünü bilmek gerekir. Cesaretin ise bilmekten, öğrenmekten, gelişmekten beslendiğini anlamak gerekir. Kısacası yaşamak gerekir, ölmek değil. Zira cesaret edilemeyip yaşanmamış anlar, zaten hiç doğmadan kendi ellerimizle boğulmuş, öldürülmüş demektir. Yaşamak için verilmiş tek şansı ölmek için değerlendirmek israfın ve budalalığın en büyüğü demektir.

Şairin dediği gibi ölürler. Risk almayanlar yavaş yavaş ölürler. Risk almak ilerlemek, yaşamak demektir. Kaplumbağa bile ilerleyebilmek için risk alıp kabuğundan çıkmak zorunda. Çünkü onu ileriye taşıyan kabuğu değil, ayaklarıdır.

Sevgiler, saygılar.

Demet Yıldırım Durmuş

HAYVANSEVERE ŞİİR

Hayvanseverim diyen sen
Evet evet sana söylüyorum
Okşadığın köpeğin
Sırtındaki keneyi
En çok o köpek kadar
Sevemiyorsan arkadaş
Köpekseversin ancak
Hayvansever değilsin


15.03.2011

26 Ocak 2015 Pazartesi

Bir Yolculuk Öyküsü

“Kutsalım benim.” Böyle seslenirdi bana Ömer amca. Beni sevdiğini zaten bilirdim de böyle seslenince sevgisini daha bir derin hissederdim. Beni çok sevdiğinden öyle dediğini sanırdım eskiden. Sadece sevdiğinden değilmiş meğer. Artık biliyorum, anlattı bana Ömer amca.

Dünya güzeli toprak anam ile şanı büyük yağmur babam uzun süre hasret kalmışlar birbirlerine. Böyle başlamıştı anlatmaya Ömer amcam. Anam hasretinden kavrulduğu, kara yüzünün çatladığı bir gün çıkagelmiş babam. Öyle bir aşkla kucaklaşmışlar ki, sevinç çığlıklarından dünya titremiş. Sonra ben gün ışığına gözlerimi açmışım. Ömer amca her anını izlemiş dünyaya gelişimin. “Çok güzeldin…” derdi bana. “Minicik yeşil kollarınla tüm göğe sarılır gibiydin.”

Ömer amcamın kolları, yüzü, elleri anamın rengine benzer. O kocaman kara elinin ak avucunun içindeymişim ilkin. Küçücük bir altın taneciği gibiymişim. İçinde büyük sırlar saklayan küçücük bir tohummuşum. Kutsallığım küçük bedenimde gizliymiş o zamanlar. Onu açığa çıkarma vaktini sabırla beklemiş Ömer amca. Babamın gelişini, benim büyüyüşümü de sabırla beklediği gibi.

Anamla babamın aşkından dünyaya gelen bir tek ben değilmişim meğer. Nice yavruları varmış. Hepsi farklı farklıymış, büyük küçük, renk renkmiş. Kimisi pembe olurmuş, sulu sulu. Kimisi mor olurmuş, salkım salkım. Kimisi sarı olurmuş bir koçanda sıra sıra. Hepsi de kutsalmış ama “Sen başkasın…” derdi Ömer amca. “Sen en kutsal olansın.”

İnsanların öyküsünü benim öyküme benzetirdi Ömer amca. “Küçük insanların da başları senin küçüklüğündeki gibi dimdik durur.” derdi. “Ne zaman başlarının içi dolar, senin gibi ağırlaşıp başlarını eğerler onlar da…” Olgun insanın da tadına doyulmazmış tıpkı benim gibi. Benim yeterince olgunlaştığıma karar verince Ömer amcanın benim yolculuk zamanımın geldiğini müjdeleyişini dün gibi hatırlarım. Kim olduğumu anlattığı o günü hiç unutamam.

Onun kara gözlerinin içindeki sevinç pırıltısı olmasaydı yapamazdım. Un ufak ezileceğimi, kimi ellerde yoğrulacağımı, ateşte pişeceğimi ilk duyduğumda dehşete düşmüştüm. Tüm bu eziyetleri çekeceğime hep avucundaki tohum olarak kalmayı arzulamıştım. İsyan edip, bağırmak istemiştim. Onun kara gözlerindeki sevinci görmesem, Ömer amcayı bu kadar çok sevmesem belki de inanmazdım bütün bunlara değer olacağına. “Hayat,” demişti Ömer amca, “uğrunda yok olunan bir aşktır.” “Bu aşkın devamlılığı bizim dönüşmemize bağlıdır.”

Çok ağladım Ömer amcadan ayrılırken. Çok ağladım, değirmen taşında ağır ağır ezilirken. Çok ağladım vura vura yoğrulurken. Çok ağladım kızıl alevlere atılırken. Aslında hiç canım yanmamıştı ama korkumdan ağlamıştım. Eskisi gibi olamayacaktım bir daha asla. Ömer amcayı bir daha hiç göremeyecektim. Hepsine çok ağladım ama sonra anladıkça sebebini sevinçten ağlamaya başladım. Neye dönüşeceğimi biliyordum ya, değerdi tüm bunlara. Hatta fazlasına bile değerdi. Hayatın sımsıcak kollarında hepsine değerdi.

Önce beni bir kâğıda sardılar. Ömer amcadan çok farklı giysiler giymiş bir amcaya verdiler. O amca evine götürdü beni. Evdeki hanım soğuk parlak bir şeyle beni parçalara ayırırken çok korktum ama hiç canım yanmadı. Ayrılan her parçamda kendi benliğimi hissedebildiğimi fark edince rahatladım. Beni masada oturup gevezelik eden iki tane çocuğun önüne getirdi. Küçük olanı beni görünce çok sevindi. Büyüğü için aynı şeyi söyleyemem. Ufaklık beni sevinçle yutarken, o küskün suratlı çocuk burnunu kıvırıp elinin tersiyle itekledi beni.

Beni yutan çocuğun bedenine girdiğimi hissettim. Çok tuhaf karanlık küçük bedenin içinde dolaşırken hiçbir şey göremesem de nerede olduğumu ve niye olduğumu gayet iyi biliyordum. Dönüşmek için oradaydım. Karanlık bedenin içinde ilerledikçe parçalandım. Parçalanıp ufalırken, küçük hatta görünmez parçalara ayrılırken her zerrem olan bitenin farkındaydı. Bu yaşadığım şeyi keşke birilerine anlatabilseydim diye düşündüm. Gördüğüm düşlerimi Ömer amcama istediğim gibi anlatamadığım anlardaki gibi, yaşadığım dönüşümü de istediğim gibi tarif edememe kaygısı geçti içimden. Tuhaf ama o çocuğun damarlarında dolaşırken asıl büyük yolculuğun yeni başladığından adım gibi emindim. Dev bir çağlayana dönüşmüş haz duygusu tüm benliğimi titretiyordu. Bütün yaşadıklarım, ta en başından beri sadece bunun içindi. Mutluluktan kendimden geçercesine her zerremi dönüşümün kollarına teslim ettim. Hücrelerin içinde başıma gelenler inanılmazdı. Her zerrem müthiş başka şeylere dönüşüyordu. Dönüştükçe mutluluğum artıyor, sevincim benliğimden taşıyordu.  Ömer amcamın dediği “uğruna yok olunan aşk” bu olmalıydı. Taneciklerim birer birer hayat denen aşkın kendisine dönüşüyorlardı. Aşk da benim gibi zerreler halindeydi. Bu bir mucize olmalıydı.

Sadece dakikalar içinde düşünce oldum. Düşünceyi daha önce hiç görmedim, hatta görülür mü onu bile bilmiyorum ama artık kendisi oldum. Daha önce görüp, duymadığım pek çok şeyin ne olduklarını biliyordum. Önsezi gibi bir şeydi bu. Parlak bir ışık gibi bir nörondan diğerine sıçradım. Bir zincir gibi sıçramalarım devam etti. Denizdeki dalga gibi beynin içinde yayıldım. Aynı anda başka yerde tırnak, başka bir yerdeyse kulak olmaktaydım. Bana olanlara hayret etmemem, hayran olmamam mümkün değildi. Daha sonra öyle bir şeye dönüştüm ki bu kadarını hayal bile edemezdim. Çocuğun dudaklarının arasından titreyerek yayıldığımda kendi kendime inanamadım. Bedenim artık yoktu ama kulak olan yanım titreşerek yayılan beni işitti. Bu yepyeni beni sadece dönüştüğüm çocuk kulağı değil, diğer kulaklar da işittiler. İşittikleri andan itibaren kalplerinde yumuşama oldu ve ben bunu hissettim. Onların da beyinlerinde yeni hareketler tetiklendi. Bu hareketlenmeyi de hissettim. Sanki hava gibi tüm evrene yayılıyordum. Bu kesinlikle mucize olmalıydı, çünkü ben her yerdeydim.

Hanım kalan parçalarımı bir kâğıda sararken küskün suratlı çocuğa “Arkandan ağlayacaklar!” diye seslendi. Gerçekten de ağlayacak gibiydim. Hiçbir parçamın geride kalmasını istemiyordum. Zerrelerimin tamamını dönüşüme teslim etmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Hanım beni kâğıda sarılı halde sokaktaki bir tenekenin yanına bıraktı. Orada öylece kalakaldım. Bekleyişimin ne kadar süreceği hakkında hiç fikrim yoktu. Hava karanlıktı ama içim daha da karanlıktı. Yaşadıklarımdan sonra artık bu halde unutulmak fikrine dayanamazdım.  Ömer amcama isyan ettiğim günler şimdi çok uzakta kalmıştı. Bu halde sonsuza kadar bekleyebileceğimi düşündükçe dehşete kapılıyordum. Ya keşke hiç aşkı bilmeseydim, ya da tüm benliğim aşka dönüşseydi. Keşke hiçbir parçam kalmasaydı.  Geçen her dakika azap gibi geliyordu bana. Yalvarsam sesimi işitecek kimseler yoktu. Zaten galiba Ömer amcam da beni işitmiyordu. Şimdi fark ediyorum da ben ona düşlerimi anlattığımda yorum yapmazdı hiç.

“Kimse yok muuu?”

“Beni gören, duyan kimse yok muuuuu?” 

Uzaklardan bir yerden ayak sesleri duyar gibi oldum. Dikkat kesilip sesleri dinledim. Ses bana doğru yaklaşıyordu. Epey yaklaştıktan sonra ortalık yeniden sessizliğe büründü. Karanlıktan pek göremedim ama galiba bir çift yırtık ayakkabı yanı başımda duruyordu. Beni fark edip etmediğinden emin değildim. Beni gördüğü için durmuş olmasını umuyordum. İçimden dualar ederken, karanlığın içine yükselen çınara benzeyen dev cüssesini gördüm. Üzerinde yırtık, kirli bir hırka vardı. Bana eğildiğini hissettiğimdeyse kalın, kirli parmaklarını gördüm. Beni nasırlı avucuna aldığında karanlıkta gözleri ışık gibi parladı. O benim de aynı duygulara boğulduğumu hissetmedi ama sevinçten deliye dönmüştüm. Sanki dualarımı duymuşçasına, bu işkenceme son vermek istercesine birazımı oracıkta yiyiverdi. Dev gibi bedeninin içine girer girmez nasıl gevşediğimi, kendimi nasıl bıraktığımı bilmiyorum. İhtiyarın midesine uzun zamandır benden başka bir şeyin girmediği belliydi. Kendimden geçmiş bir halde dönüşümün içine aktım. Hasretine dayanamadığım sevgiliye kavuşmuş olmanın sarhoşluğu içindeydim. Aşkın kollarında nelere dönüştüğümü ben bile sayamıyorum şimdi.

İhtiyar kalan birazımı yanında götürdü. Bir süre karanlıkta dolaştık beraberce. Sonra yaşadığını zannettiğim bir yere geldik. Bu yerde üst üste yığılmış bir dolu şey vardı. Bilmediğim o nesnelerin aralarından aniden bir köpek çıkageldi. İhtiyar köpeğin başını okşadı bir süre. Köpek güzel mırıltılar, sevecen hırıltılar çıkardı. Sonra kalan birazımı da köpeğe yedirdi. Yeni girdiğim bu bedende öylesine büyük bir sevgiye dönüştüm ki, köpeklerin böyle bir sevgiyi taşıyabilecekleri hiç aklıma gelmezdi. Belki de dönüştüğüm en büyük sevgiydi.

İhtiyar köpeğe beni verirken ufak parçalarımı yere düşürdü. Yolculuğumun başından bu yana epey ufalmıştım ama dönüştüğüm şeyler öyle büyüktü ki, önceki halimle kıyaslanamazdı bile. Son parçacıklarımla da yok olma arzusuyla bir süre kıvrandığımı hatırlıyorum. Gece yarısı çıkan rüzgârla epey savrulduğumu da. Gökyüzü karanlıktan aydınlığa kavuştuğunda epey dağılmıştım. Fakat her zerrem benliğiyle tastamam her şeyin farkındaydı. Birden onu gördüm. Hoplaya hoplaya yaklaştı, yanı başımda durdu. Bir süre sonra dönüşeceğim şeyin bir gaga, dahası o gagadan dökülen şarkı olacağımı henüz bilmiyordum.  Öğrenmem uzun sürmedi. Birazımı da yutmadan gagasında tuttu. Beni havalarda uçurdu. Aman tanrım nasıl heyecanlandım anlatamam. Yükseldikçe gördüklerime inanamadım. Rengârenk bir sürü şey boylu boyunca aşağılarda bir yerdeydiler ve sanki hepsi de bana gülümsüyor gibiydiler. Ömer amcanın bahsettiği hayat bu olmalıydı ve ben hepsine dönüşmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Hepsinin içine nüfuz etmeyi, hepsine dâhil olmayı hayal ettikçe gördüğüm renkli şeyler çoğalıyordu. Renkler çoğaldıkça başım daha da çok dönüyordu. O an anladım ki, Ömer amca başından beri her şeyi iyi biliyordu. Bana dönüşeceğim şeyleri anlatırken gözleri bu yüzden parıldıyordu demek ki. Bu yüzden o kadar sevinçliydi. Bu yüzden beni çok seviyordu. Bu yüzden “kutsalım” diyordu. Artık kendim görebiliyordum. Ben sarhoş gibi bunları düşünürken, henüz daha doyamamışken birden gökteki yolculuğumuz bitti. Oysa bir haftaya kalmadan tekrar havalanacağımdan habersizdim. Bir ağacın girintisine girdik. Orda minicik pembe gagalar gördüm. Henüz güçlenmemiş küçük kanatlar gördüm. Neşem tekrar yerine geldi. Biliyordum ki daha yolculuk bitmemişti.

“Hayat,” demişti Ömer amca, “uğrunda yok olunan bir aşktır.” “Bu aşkın devamlılığı bizim dönüşmemize bağlıdır.”

Benim yokluğum hayatın sonu olurmuş şimdi görüyorum. Artık biliyorum Ömer amca duy beni. Küçük bir kızın gülümsemesinde yaşıyorum. Yaşlı bir teyzenin dizlerinde, karıncaların içgüdülerinde, bir annenin sütünde, bir serçenin yüreğinde…

Ah Ömer amca bir bilsen ben nerelerdeyim.

Bir görsen aşkla nasıl yandığımı.

Bir kadın yerde bir ekmek bulup öpüp yüksek yere koymuşsa tam oradayım Ömer amca.

Bil ki tam oradayım.

Artık hayatın kendisi oldum Ömer amca.

Ben artık aşkın kendisi oldum.

Ben artık kutsal oldum Ömer amca.

Ben artık kutsal oldum.



25 Ocak 2015 Pazar

GİZLİ

Koskoca çınar bir tohumda gizli
Uzak geleceklerim şu anımda gizli
Can ise Canan'ın içindeki
"an"ın ardında gizli


03.08.2011

BİR SIÇIMLIK ZAMAN DİLİMİ

Özlediği baharın ıtırlı havasını minik ciğerlerinde, havayı ısıtan güneşin sıcaklığını gri kanatlarında, yediği kırıntıların tokluğunu dolu midesinde hisseden serçe, bulunduğu yerde sekerek bir süre daha gezindi. Saçları yaşıtlarından önce dökülen satıcı biraz önce simit yemişti. Serçe yerdeki satıcıdan geriye kalan simit kırıntılarını minik gagasıyla toplamaya devam etti. Kırıntıların tamamını yiyip bitirdiğinden emin olunca, seri bir hareketle havalandı. Panayırın girişindeki incir ağacının oyuncak standına doğru uzanan bir dalına kondu serçe. Az sonra kel satıcı “şanslı günümdeyim” diyecekti. Aynı gün içinde yirmi beş yaşındaki erkek kardeşi de “şanssız günümdeyim” diye homurdanacaktı.

“Girişte gördüğümüz oyuncakçıya gidelim n’oolur.” diye mızırdanarak bağırdı küçük oğlan.  Babası onu duymamış gibi yaparak mekanik atların yarıştırıldığı standa doğru çevirdi kafasını. Standın başında duran tırnağı dudağı kırmızı boyalı, saçı plastik gül tokalı kadın gelen geçen erkeklere göz kırparak ilave mesleği hakkında görünmez el ilanı dağıtıyordu. Baba bu ilanın etki alanına girince, şu aralar nazik koşulları taze kabuk bağladığından, kadını bıyık altından gönderdiği hızlı bir öpücükle yanıtlamakla yetindi. 

Küçük çocuk babasını ikna edemediği zamanlarda annesini ikna etmenin yeterli olduğunu ablasından önce keşfetmişti. Babasının elini bırakıp annesine koştu.

“Oyuncakçıya gidelim mi ha? N’ooolur anne…”

Son zamanlarda babasının kafasına saksı ordusu falan düşmüş olmalıydı. Cep telefonu isteğini annesi ilettiği anda itirazsız almasına “oha, çüş falan” olmuştu. Abla elinde yeni telefonuyla oynarken, sivilceli burnunun altından “bence de uğrasak fena olmaz” diye fikir cümlesini savurdu. Ablasının bir erkek tarafından “nihayet” ilk kez geçen ay öpülmüş dudaklarından böyle bir cümlenin dökülmesi küçük oğlanı şaşırttı. Ergen ukalası ablanın küçük erkek kardeşine destek vermesi az rastlanır bir durumdu. Aslında kendisi veya kardeşi oyuncak istediği için değildi bu sempatik destek. Ailede sadece annesinin bildiği bir aylık sevgilisiyle burçları ortaktı ve “balık” ikisinin aşklarının biricik simgesiydi. Panayır gerişinde oyuncakçının karşısında gördüğü balıklı afişin önünde telefonuyla “selfi” çekmeye fırsat bulamamıştı. Kardeşine oyuncak satın alınırken sevgilisine “whatsapp”tan yollayacağı balıklı fotoğrafı için beklediği fırsatı yaratabilirdi. Daha önce de balık restoranının tabelası önünde tam “selfi” çekecekken, babası “Boktan tabelanın önünde fotoğraf çekinmekten ne anlıyorsun?” diye öfkeyle söylenmişti.

Ablası tarafından gereksiz bir yaratık gibi görülmeyi kanıksamış küçük çocuğun yüzü gözü ablasından destek gördüğü böyle zamanlarda aydınlanır, içinden ablasını öpmek geçerdi. İtekleneceğini bildiğinden buna cesaret edemezdi ama o mutluluk anı ona yeter de artardı bile. Yine öyle oldu.

Anne aldatıldığını altı ay önce komşudan öğrenmişti. Deliller de ortaya çıkınca daha fazla inkâr edememişti kocası. Affettiğinden bu yana, bir dediği iki edilmiyordu. Affetmeyip boşansa gidecek yeri, geçinecek parası, ne yapacağına dair fikri yoktu. Ayrıca çocuklar ne olacaktı? Affetmeye mecbur hissetmişti kendini. Hem şimdi prensesler gibi her istediği alınıyordu. Oyuncak bile olsa eve sürekli bir şeylerin satın alınmış olmasından büyük zevk alıyordu. Alınan şeyler kanayan yarasına tampon oluyordu. Veya anneye öyle geliyordu.

“Madem çocuklar istiyor, bir uğrayalım bakalım ne satıyormuş.”

Abla desteğinden sonra annenin de onay vermesi küçük çocuk için bu iş oldu demekti. Nitekim gerisin geri döndüler ve oyuncakçıya doğru yöneldiler. Dönüş yolunda annenin gözleri gezgin satıcı bir çocuğun elindeki Çin işi çakma saatlere takıldı. Radar gözleriyle bunu tespit eden baba, fırsatı hemen değerlendirdi. Göz kırpma oyununda mekanik at yarıştırıcısı kadından daha hızlı davrandı. Ardından bu defa da kadın ona kırmızı rujlu dudağını büzerek öpücük yolladı.

Oyuncakçı açtığı standın yerinden çok memnundu. Panayırın en kalabalık girişindeki standı diğerlerinden önce kapmasına yardımcı olacak aracı adamlarla yakınlaşmak için on iki yılının geçmesi ve kardeşi yaşında yedi şişe viski hediye etmesi gerekmişti. Bu on iki yıl ona panayırda en çok hangi oyuncakları satabileceğini de öğretmişti. Bugünkü rekor kazancı on iki yıllık emeğinin sonucuydu ama on iki dakikada sıfırlanacağından henüz haberdar değildi. İlkini terk ettikten sonra ikinci üniversitesini okuması için yurt dışına gönderdiği kardeşi kumar makinesinin işbirliğiyle başaracaktı bunu.

Oyuncakçı, sadık toptancısının getirdiği son moda oyuncaktan ümitliydi. Bu tip dikkat çekici yeni ürünlerin satış ömrü uzun olmazdı. Yeni ürünler kısa sürede tüm piyasaya yayılıp modası geçmeden evvel satışa çıkmışsa daima karlı olurdu. Umduğu gibi üç koli oyuncağın neredeyse tamamını satmıştı. Teşhirdekinin haricinde kolinin içinde son bir adet paketli oyuncak sahibi olacak çocuğa kavuşmak üzereydi. Daha görür görmez “baba bunu alalım n’oolur” diye bağrınacak aile bebesi de, onu satın alacak aile babası da gelmek üzerelerdi.

“Baba bunu alalım n’oolur.” cümlesi havada geniş bir alana ince titreşimlerle yayılırken küçük çocuğun yerde kıvrılarak yüzen, öpücükler gönderen, ışıklar saçan, mor renkli oyuncak balığı eline almak için duyduğu heyecandan göz bebekleri büyüdü. Aynı anda anne, balığın küçük çocuğunun mor renkli oda takımına iyi bir dekor olacağını hayal ederek kocasının yüzüne baktı. Aynı esnada abla aradığı balığın öpücükler atarak kendisine doğru geldiğini görüp, kardeşinin yalvaran çığlığına ne tepki vereceğini görmek için babasının yüzüne doğru çevirdi başını. Aynı zamanda baba da yerde kıvrılarak ilerleyen oyuncağın içini söküp mekanizmasının nasıl çalıştığını görmek için müthiş bir istek duydu.

O sırada standın üzerine doğru uzanan dalda duran serçenin az önce yediği simit kırıntıları bağırsak yoluna girerek bir süre önce yediği buğday grubunu yolun sonuna itekledi. Artık buğdaya benzemeyen sarı renkli sıvı öbek karanlıktaki yolculuğunu tamamlayıp, aydınlığa açılan delikten dışarıya doğru basınçla fışkırdı. Dünyanın yer çekiminin etkisine girdi. Oyuncakçı adamın kulağının bitip kelinin başladığı noktaya doğru düşey bir hareketle aşağıya doğru süzüldü.

"Şanslı günümdeyim."



24 Ocak 2015 Cumartesi

ÇIĞIRTKANIN ŞİİRİ

Zaman akışkandır
Dünya devingen
Cahil sürüngendir
Gençlik atılgan
Aşk doğurgandır
Kalp kırılgan
Toprak yalıtkandır
Doğa üretken
Hırs saldırgandır
Heves değişken
Doğu çalışkandır
Batı bezirgân
Düşman talepkardır
Türk unutkan
Demet habercidir
Sessiz çığırtkan

14.04.2011

23 Ocak 2015 Cuma

TEZAT ŞİİR

Yıkılan duvar üzerken seni, sevindirir hapistekini
Sen aydınlık ararken, hırsız bekler geceyi
Yük sana büyük cefa, hamal içinse sefa
Hayat sana ödül iken, kimisine ağır ceza

15.03.2011

22 Ocak 2015 Perşembe

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE – Grigoriy PETROV

Bu kitap öyle bir kitap ki, doktorundan mühendisine, işçisinden işverenine, öğretmeninden öğrencisine, büyüğünden küçüğüne, kadınından erkeğine bir toplumu oluşturan her kim varsa hepsinin ama hepsinin okuması gereken, camisinden üniversitesine, okulundan derneğine, şehrinden köyüne kadar bir toplumun her ama her yerinde okutulup üzerinde düşünülmesi gereken bir kitaptır. Zaten bu kadar değerli bir kitap olmasaydı canım manevi babam (Atatürk’ten bahsediyorum – onun kızı gibi hissettiğim için kızı sayılırım) askeri okulların müfredatına konulmasını emretmezdi.

Kitabın benim gözümdeki değeri edebi dilinden, içindeki öyküsünden veya Atatürk’ün okuyunca hayran kalmasından filan gelmiyor. Bu değer direk olarak kitabın özünden, aktarmak istediği felsefeden ileri geliyor (ki kendi yazdıklarım da aynı felsefeyi taşır). Okuyunca “işte gerçek kılavuz budur” dedirten ve üzerinde düşünüp her alanda yaşantımıza geçirmeyi arzulatan bir kitap. Bu arzu insanda bir defa uyanırsa gerisi kişinin her gün, her an kendine hatırlatarak yaşamına dökebilme becerisine kalmış. Nasıl yaşanmalıdır, din nedir, siyaset nedir, insan olmak nedir, toplum olmak nedir, hakikat nedir – sorular soran insanlarımıza çok güzel bir kaynak. Üstelik eski basımları üç veya dört liraya satın alabiliyorsunuz. Lütfen alın, okuyun, okutun.

Kitabın yazarı Grigoriy Petrov 1866’da Petersburg’da doğmuş, ilahiyat eğitimi almış fakat kalıplarla örtülmüş dincilik yerine kalıplardan arınmış hakiki dindarlığı benimseyip, hayatını bu felsefeyi geniş halk kitlelerine aktarmaya adamış bir aydındır. “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” elverişsiz fiziki ve toplumsal koşullara rağmen “Finlandiya” gibi küçük bir ülkenin silkelenmesini ve cehaletten sıyrılıp güçlü bir ülke haline gelmesinin öyküsünü anlatır. Bu öyküyü Petrov son derece akıcı bir dille ele almıştır. Finlandiya’yı Rusya’nın ve İsveç’in arasında sıkışmış, ezilmiş bir halk olmaktan uyandıran kahramanları ve onların çabalarını destansı bir dille aktarmıştır. Araştırmalara göre gerçeklik payı çok olmakla beraber kitapta bahsi geçen kahramanların yaptıkları bire bir tutarlı değildir. Fakat kitabın anlatmaya çalıştığı şeyin yanında olayların, kahramanların, teferruat tutarsızlıkların hiçbir önemi yoktur. Zaten okurken kitapta bahsi geçen Finlandiya isminin yerine Türkiye, Hıristiyanlık isminin yerine Müslümanlık veya Snelman isminin yerine Mustafa Kemal’i koyabilirsiniz. Kitabın anlattığı hakikat de tıpkı tarihin kaydettiği gibidir; farklı millet veya isimler gelir geçer ama tekrar edenler değişmez. Özünde hakikat birdir.

Kitap toplam 229 sayfa fakat ilk 46 sayfası yazar ve kitabın öyküsünü aktarıyor. 46’dan sonra ise beyaz zambaklar ülkesinin öyküsü başlıyor. Kitap bahsettiğim gibi Finlandiya’nın fiziksel sıkıntılarına (soğuk ve verimli toprağı bulunmayan bir bataklık memleketi) rağmen gerçekleştirdikleri ekonomik reformdan, mimari eserlerinin kullanışlılığı, estetiği ve sade güzelliğinden, halkının yardımsever ve çalışkanlığından, okumaya verdikleri önemden, tutsak bir ülke olmaktan el birliğiyle kurtulup bağımsız ve mutlu bir ülke haline nasıl geldiklerinden bahsediyor. Aklı ve vicdanı işletmenin önemine, bunun gerçek dindarlık olduğuna ve daha nice konulara değiniyor. Yoktan bir ülke kültürü yaratmaya katkısı olan kahramanlarının toplumun tüm bireylerinin asker, mühendis, öğretmen, kadın, erkek ayırmadan herkesin içindeki kıvılcımı ateşlemesini ve toplumu harekete geçirmesini anlatıyor (tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi). Kitapta bu reform yapılırken kimi odakların nasıl cephe alacağından ve hakikatleri nasıl örtmeye çalışacaklarından da bahsediyor (tıpkı bizde de olduğu gibi). Büyük uyanış gerçekleşmeden aydınlanma, reform ve gelişme olamayacağından bahsediliyor (tıpkı bizde de olduğu gibi). Hıristiyan dincilerin dinin sevgiye ve gerçeğe dayanan felsefesinden içini nasıl boşaltıp da şekilciliğe, para kazanma yarışına, rüşvetçiliğe ve akla gelebilecek her türlü kepazeliğe nasıl dönüştürdüklerinden bahsediyor (yok, katiyen böyle şey bizde olmaz).

Fazla söze gerek yok. Kitabı okuyunca anlamamak mümkün değil. Herkes anlar muhakkak ama bunu hayata geçirmek kiminin işine gelir, kiminin gelmez. Sonuçta emek vermek gerek. Eeee herkes düdüğü çalamaz tabi, parayı kim verirse onun hakkı (dememiş mi hocam efendi Nasreddin?)

Gelelim kitaptan örnek pasajlara. 54. Sayfada yazar kahramanlığın tanımını öyle güzel yapmış ki, onu halktan halkı da ondan ayrı düşünmememiz gerektiğini fark ettiriyor. Atatürk gibi kahramanların tarihte sahneye çıkmalarının tesadüf olmadığını anlıyorsunuz. Petrov halkı bulutlara, kahramanı da buluttan çakan şimşeğe benzetiyor. “…Eğer bulutta elektrik yoksa şimşek hiç çakmaz…” diyor.

Pek çok satırın altını çizmişim de sayfa 170’den sonrasını pek yoğun çizmişim. İçlerinden seçtiğim bazılarını ele alacağım. Sayfa 191-192’de ve devamında dindarlığı öyle güzel tanımlamış ki, yüz yıl önce de tanım aynı, bugün de. Aynen aktarıyorum; “Onlar dini ölü inançlar topluluğu haline getirdiler. Dini yüzlerce kuralı, paragrafı olan inanç grameri haline getirdiler. Peygamberler Tanrı’nın yüzlerce tanımını, özelliklerini, emirlerini ezberle demiyorlardı. Onlar öğretiyorlardı ve sürekli tekrarlıyorlardı: Sev, sev, sev! İnsanları sev! Her canlıyı sev! Bütün dünyayı sev! Her şeyi sev! Bütün bunlara hayat vereni sev! Tanrı’yı ve ona yakın olanı sev! Ve bütün öğretilerin, dinlerin, peygamberlerin öğrettiklerinin anlam ve özü bu seviyededir. Sevgi etrafımızdakilerle bir araya gelme, sıkı ilişkiler kurma duygusudur. İşte kişiyi, insanları, halkları dindar yapan budur.” Devam niteliğinde sayfa 196’da “…Benim görevim her birinize en iyi gaz yağını içeren lamba isteğini, ihtiyacını uyandırmaktır. Eğer halkta dindarlık olmaz ise, ne bilim, ne felsefe, ne sanat, ne politika, ne de teknoloji insanları kötülükten kurtarabilir. Dinden değil, dindarlıktan bahsediyorum. Çok fazla din olabilir ve var da, dindarlık ise tek bir şeydir; farklı dinlerdeki insanlar arasında ortak tek bir şey… Sen bendesin, ben sendeyim, biz kâinattayız, kâinat ise bizdedir, hepimiz biriz. Eğer kâinata zarar veriyorsan, insanlara ya da hayvanlara kötülük yapıyorsan, aslında kendine zarar veriyorsun, kendini çirkinleştiriyorsun. İşte dindarlık budur. Bu her şeye ve herkese olan temiz, parlak, etkin bir sevgi göstergesidir.”

Yukarıdaki paragrafta kitaptan alıntı yaptığım dindarlık tanımından sonra o dinsiz diye dil uzattıkları Atatürk’ün aslında halkına seslenirken “din, Allah, kitap” lafı etmeden nasıl da insanlığa ve dine gerçek hizmeti verdiğini düşündüm. Samimi olan dindarlığı eyleminde yaşatırken, samimiyetsiz olan sadece dilinde yaşatır. Okurken aklıma Atatürk’ün Fransız bir gazeteciye verdiği demeci geldi. O demeçte diyor ya hani; “Türk Ulusu daha dindar olmalıdır. Yani tüm sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum…” Daha nasıl tarif etsin?

Kitap etraflıca anlatıyor anlatmasına da hayata nasıl geçireceğiz diyenlere cevap kitabın içinde verilmiş. Umutsuzluğa kesinlikle yer olmadığından, “ama bana bu güne kadar kimse öğretmedi ki” demenin saçmalığından filan bahsediyor. İnsanların hakikate karşı isteklerinin uyanmasının yeterli olduğundan, bekledikleri rehberlik için kendi akıl ve vicdanlarının yeterli olduğundan yer yer bahsediyor (muhtaç olduğun kudreti kendinden başka yerde arama demeye getiriyor).


Bu kadar söz şimdilik yeter sanırsam. Benden söylemesi. Tıpkı kitapta geçen şu söz gibi; “Ben öğretmen değilim, sadece haberciyim.” Okuyup okumamanızla, üzerinde düşünüp düşünmemenizle, hayatınıza geçirip geçirmemenizle ilgilenmiyorum. İlgilendiğim tek şey haber vermek.

21 Ocak 2015 Çarşamba

GÜL DÖNGÜSÜ

Güle varmadan gülemezsin
          Dikeni geçmeden güle varamazsın
                    Canını acıtmadan dikeni geçemezsin
                              İstemezsen canını acıtamazsın
                                        Gülü bilmeden isteyemezsin
                              İstemezsen canını acıtamazsın
                    Canını acıtmadan dikeni geçemezsin
          Dikeni geçmeden güle varamazsın
Güle varmadan gülemezsin


17.08.2011

MİNİK KIZ

Dünyaya gelen o minik kız
Bakar yüzlerine şaşkın
Karanlık insanların
Bilmez ne aradıklarını
Arayıp bulamadıklarını
Oysa süzülürken yanaktan
Öylece parlıyordur aranan
Bilmez gizlendiğini aşkın
İçinde gözyaşlarının


16.04.2011

Kediciğim Sana Söylüyorum Karıcığım Sen Anla

Diyeceğimi unutmamak için
Sana bu şiiri yazdım
Yani hep sen isteyince mi olacak?
Yemek vakti, uyumak vakti, sevmek vakti
İzin versen de bir defa ben karar versem
Zaten ne zaman yeltensem
Sen kaybolmuş olursun
Yanıma her döndüğünde
Masumca sokulursun
Büyü gibi bir şey var sende
Diyeceğimi unutturursun


14.12.2014

19 Ocak 2015 Pazartesi

HADİ

Yavrucum bu gece anneni rahat bırak hadi
Git kendine oyalanacak bir şeyler yarat
Annen sen doğmadan bir sürü çocuk dünyaya getirdi
Hepsinin de adını “yalnızlık” koydu
Annenin bu gece onlarla ilgilenmesi lazım
Yavrucum bu gece anneni rahat bırak hadi


19.01.2015

17 Ocak 2015 Cumartesi

ZİRVEYE NAĞME

Kaç kişi çıktık yola bak
Kaç kişi kaldık şimdi?
Biliyorum yılmayanın hakkısın ama
Seni görmek için bak oldum sefil
Ben sana doğru giderim daha gitmesine de
Ne olur gözünü seveyim, azıcık da sen eğil


13.01.2015

SIR

Dedi bana aşkı anlat
Sordum ne kadar vaktin var?
Dedi bana vakti anlat
Dedim o senin ömründür
Dedi bana ömrü anlat
Dedim o aşkın mektubudur
Dedi bana insanı anlat
Dedim o mektubun zarfıdır
Dedi bana mektubu kim yazar?
Dedim o el senin gönlündedir
Dedi bana aşktan bahset
Dedim mektupta yazılıdır
Dedi bana bir sır ver
Dedim sır elin kendisidir


14.01.2015

LÜTFEN KIZMA

Kızıyorsun belki sana davranış şeklime
Sana söylediklerime
Lütfen kızma
Çünkü bunu sen istedin
Farklı davransaydım içten içe bunu özleyecektin
Bu kendine bile dile getiremediğin özlemin
Açıktan değil, gizliden gizliye beni buna zorlayacaktı
Lütfen kızma
Çünkü beni kendini zannettiğin gibi görmeye sen zorluyorsun
Bunu yapıyorsun çünkü gerçekte ne olduğunu göremiyorsun
İnsanın gözleri kendini göremeyeceği bir yere konmuş
Gerçeğini sana bildirirsem bana inanmayıp reddedeceksin
Denemedim mi sanıyorsun?
Hemen kızma sana davranış şeklime
Sana söylediklerime
Lütfen kızma
Çünkü bunu sen istedin
Farklı davransaydım içten içe bunu özleyecektin


17.01.2015

Newark USA: Uneven Second Day of Open Doors '09

Newark USA: Uneven Second Day of Open Doors '09

12 Ocak 2015 Pazartesi

EVRENİN DOKUSU – Brian Greene


Benim gibi gerçeğe ve kaçınılmaz olarak bilime tutkun olanlar için uzay bilimi (kozmoloji) konusunda iyi bir başlangıç kitabıdır “Evrenin Dokusu”. Sıfırdan başlayanlar için değil ama ucundan kıyısından fikri olup merak duyanlar için başlangıç diyebilirim. Zira hiç fikri olmayanları bu kitap ürkütebilir ki kimsenin bilimden soğumasını istemeyiz efendim.

Âlimle halk arasında tarih boyunca görülen o ki; çoğunlukla uçurum olmuştur. Bilgiye erişim günümüzdeki kadar kolay olmadığı için âlim ziyadesiyle bilgeleşmeye devam ederken halk da ziyadesiyle cahilleşmeye devam ederek nihayetinde çoğu bilim adamını katletmiştir. Çok şükür o dönemler geride kaldı. Günümüzde halkın anlayış seviyesine inebilen kaliteli belgeseller çekilip, iyi kitaplar çıkıyor ve bilgiye erişim oldukça kolay. Dolayısıyla bizim gibi halkın cahil evlatları da bilimin aydınlığından nasiplenebiliyor (yoksa yine bilim adamlarını idam etmeye devam ederdik değil mi?).  Brian Greene denen bilim insanı bu köprüyü kurmayı başarmış bir şahsiyettir diyebilirim. Onca işinin gücünün arasında kaynaklarıyla, referanslarıyla 642 sayfalık bu kitabı yazmıştır ve ne iyi etmiştir.

Kitabın yayınevi “Tübitak”ın dünyanın saygın ve popüler bilim kitaplarını derlediği serisi bilime ilgi duyanlar için gerçekten çok doyurucu. Brian Greene’in Tübitak’tan yayınlanan “Evrenin Zarafeti” ve “Saklı Gerçekler” diye iki kitabı daha var.

“Evrenin Dokusu” orijinali 2004 yılında yayınlanmış olduğu için bilimin 2004 sonrasındaki gelişmelerini göremezsiniz. Örneğin kitapta sicim ve M kuramından ve bunları ispatlayacak olan İsviçre Cern deneyinden (dünyanın en hızlı parçacık çarpıştırma deneyi ve altyapı mimarisi apayrı bir belgesel konusu olan deney) bahsediliyor ama Cern’in bu kuramları doğrulaması kitabın yazımından sonraya denk düşüyor. Fakat önemli bir şey var ki eğer bilimin emekleme çağından yani Newton’dan kitabın yazıldığı tarih 2004’e kadar kat ettiği yolu bilmezseniz, 2004’ten sonrası da size bir şey ifade edemez. Bilimi sıcağı sıcağına takip edenler bu kitap gibi nicelerini basamak yapıp yükseğe çıkmışlardır zaten ama temelinden gelişmeleri takip etmek isteyenler için iyi bir kaynak diyebilirim. Bu arada bilimin ve sanatın evrensel oluşuna hayran olduğumu söylemeden geçemeyeceğim çünkü her gelen piramide bir taş koyup gidiyor ve ortaya çıkan yapıyı hayranlıkla seyretmek de bizlere düşüyor. Bilim öyle etraflı bir konu ki, bir kitapla onu bütünüyle anlamak mümkün değil tabi ama bir yerlerden de başlamak lazım diyorsanız buyurun, alın okuyun.

Kitabın konuları ele alışı tarihsel sürece göre sıralanmış. Newton’un kütle çekiminden başlıyor, Einstein’ın göreliliğinden devam ediyor, kuantum (atomaltı) fiziğinin dolanıklığı ve olasılık denizine değinip, şişme teorisi, büyük patlama, çok boyutlu sicim teorisine kadar uzanıyor. Zaman makinesi gibi geleceğe yönelik hayali tasarımlardan da birkaç kelam ediyor. Kitabı okurken bazı kısımlarda teknik bilgilerden dolayı anlamakta zorlanma yaşayabilirsiniz ama yazar zaten bu bölümlerde uyarıda bulunuyor.

İnsan kendi gerçeğini bilmek istediğinde kendisini iki yönden ele almak zorundadır diye düşünüyorum. Çünkü insan hem (fizik) bedendir, hem de (metafizik) duygu ve düşüncedir. Bu yüzden felsefe, din ve edebiyat kitapları kadar bilim kitaplarını da okumaya, anlamaya çalışıyorum. Elimden geldiğince belgeselleri takip ediyorum. İki yönden de okuyup, izlediklerimden çıkardığım şeyler oluyor. Öyle şanslıyım ki, bilimin zirve yaptığı bir dönemde dünyaya gelmişim. Evet, bilim şu anda belki ileriki yıllara göre daha aşağıda bir yerlerde ama (özellikle kuantum fiziği sağ olsun) önemli bir çıkarımı yapabilmem için yeterince yükseğe ulaşmış durumda. O çıkarım da şu; evrenin dokusundaki her şeyin bir bütün olduğu ve biz insanların da diğer her şey gibi “O” bütünün bir parçası olduğumuz. Tek bir ışığın kırılıp renklerle kendisini gösterdiği gibi tüm farklılıklarımızla beraber her birimiz aslında evrenin kendisini seyrettiği renkleriz. Nihayet fizik ve metafizik el sıkışmak üzereler. Çok az kaldı, benden söylemesi.

İşte size bu değerli bilim kitabından altını çizdiğim bir bölüm. Üstelik bunlar benim cümlelerim değil, bilimin kendisinin yılların emeğiyle ispatladığı gerçekler. Sayfa 99’dan geliyor;

“…Bu, uzayın bir zamanlar düşünüldüğü gibi düşünülemeyeceğini gösteriyor: İki cisim arasında ne kadar uzay bulunursa bulunsun (yani iki cisim birbirinden ne kadar uzak olursa olsun), kuantum mekaniği ikisinin arasında bir etkileşme, bir çeşit bağ olmasını mümkün kıldığından, bu iki cismin birbirlerinden ayrık olduğunun garantisi yoktur.”


Fiziği ve metafiziği okudukça hayran olmamak mümkün değil. Zaten bilim adamları “kuantumu öğrenince hayran olmayan onu anlamamış demektir” diyorlar. Her şeyin anda yaratıldığını (olasılık denizi) ve evrenin görüntü (hologram evren) olduğunu inceleyip anladıkça insan “vay be” demekten kendini alamıyor. İnsan kendini bildikçe “vay be ben neymişim?” ve aynı zamanda “vay be ben yokmuşum”  demeden edemiyor.

İyi okumalar!