İnsanoğlu
için bazen (belki de çoğunlukla demeliyim) duygusal ve hayali imgelere inanmak
gerçeğin kendisine inanmaktan daha kolay gelir. Akıllı bir varlık olan insan, dünyanın
yuvarlak olduğu gerçeğine inanmakta nasıl zorlandıysa, kendisinin de diğer tüm canlılar
gibi aynı ağacın kökünden evrimleşerek vücut bulduğuna inanmakta öyle
zorlanmıştır. Hatta kendisini diğer varlıklardan üstün tutmak işine geldiği
için maymundan türemiş olmayı hakaret saymıştır. Bilimle hiç ilgilenmemiş
olanlar için evrim teorisine inanmak zor gelebilir ama tarih öyle gösteriyor
ki, bilimin içindeki insanlar bile konu “evrimleşme” olunca güçlü direnç
göstermişlerdir. Buna sebep olan şey bilimin ispatladığı hakiki yaradılış
öyküsüyle, öğretilmiş dini yaradılış öyküsünün bire bir örtüşmemiş olmasıdır.
Ama insan sorgulayan bir varlıktır. Konu inanç bile olsa her şeye kuşkuyla
bakabilenler, sorgulayıp yanıt arayanlar için bilimin yolları daima açık ve
aydınlıktır.
İnanç
ve din öyle hassas bir konudur ki, çoğunlukla kötü niyetlere alet edilmiş ve yeryüzüne
hâkim olabilmek için kullanılmıştır. Samimi olan inançlar hep azınlık kalmış, çoğunluğun
yarattığı çirkin örtünün altında gizlenmiştir. Ben bilim adamlarının çoğunun
ateist olmasına şaşırmıyorum. Çünkü dinlere mensup çoğunluk gerçeğe karşı
bağnazca bir direnç gösteriyorsa ve bu tutum bilim adamlarına bile
bulaşabiliyorsa, dini tümden reddetmek mantıklı bir seçim gibi gözükür. Yani çoğu
bilim adamı “gözümün gördüğü, bilimin ispatladığına mı inanayım, senin
masallarına mı” deme hakkını kullanmıştır ve iyi ki de öyle yapmıştır. Aksi
halde bilim olduğu yerde sayardı ve gerçeklerden haberimiz bile olmazdı. Bilim
insanın kendi gerçeği hakkında bilmediklerini öğretir. Karanlıkları
aydınlığıyla yok eder. Tanrı ve din
konusuna gelince de, ben şahsen bunun kişisel yaşanması gerektiğine ve kimsenin
kimseyi kendi inancına zorlamaya hakkının olmadığına inanıyorum. Herkes
atalarından kalan dine inanmak veya inanmamakta özgürdür. İnsanın kendisine öğretilen
dini sorgulayıp, bilimin ortaya koyduklarıyla değerlendirip, kendince daha
iyisini arama özgürlüğü olduğu gibi, toptan reddetme özgürlüğü de vardır.
Çeşitliliği dolayısıyla çeşitlilikten doğan güzelliği sağlayan şey de bu
özgürlüktür, tıpkı doğanın kendisi gibi.
Evrimsel
biyolog Richard Dawkins 1986 yılında yayınladığı “Kör saatçi” kitabında Darwin’in
kuramını etraflıca açıklıyor. 6,5 milyar yıllık tarihi olan dünyanın üzerinde
canlıların tek hücreden biyolojik çeşitliliğe giden öyküsünü örneklerle
anlatıyor. Ekolojik sistemin hiç acele etmeden, rastlantısal değişimlerle
mükemmele doğru ilerlemesini mükemmel işleyen bir saate benzetiyor. Saatçinin
kör olması ise, nesilden nesile aktarılan genlerde gerçekleşen ufak
değişimlerin doğaya en uyumlu olanlarının ayakta kalmasıyla (doğal seçilim)
sonuçlanmasının bilinçli seçilmeyişinden ileri geliyor. Kendisini mükemmel
şekilde kopyalayıp, gelecek nesillere aktaran bencil yapılı genin (DNA) yaptığı
ufacık rastlantısal hatalar olmasaydı, milyarlarca çeşitlilikteki canlılar olmayacaktı.
Çeşitliliği etkileyen bir diğer faktör de genin dışında gelişen koşullardır. Kendisini
avlayan diğer türlerin becerileri, yeryüzündeki fiziksel koşullar da türün
çeşitlenmesini etkiler. Örneğin yeryüzündeki koşullar (iklim, atmosfer, yüz
ölçümü, yer çekimi, vs) farklı olsaydı, nesilden nesile aktarılan genlerdeki
değişimlerden şimdikinden daha farklı olanları ayakta kalacağından, şimdikinden
çok daha farklı canlılar vücut bulabilecekti. Yeryüzüne büyük bir göktaşı
isabet etmeseydi dinozorlar günümüzde bile yeryüzünün ezici hâkimi olacaktı ve
insan denen varlık hiç vücuda gelemeyecekti. Dawkins kitabında Darwin’in kuramı
üzerinden evrimin basamaklarını aktarırken saatçinin hayal edilen tanrıdan ne
kadar farklı olduğunu gözler önüne sermektedir. Kör saatçi yaşananlara müdahale
eden, ara sıra hışımla parmak sallayan bir tanrı değildir. O işleyişin
kendisidir ve her canlı kendi becerisiyle ayakta kalır. Bu yönüyle bile “Kör
saatçi” diğer bilimsel kitaplardan farklıdır. İnsanın inancını sorgulatan,
düşünce ve inançlarına gerçekçi bir boyut kazandıran bir eserdir.
Tübitak’ın
popüler bilim kitapları serisinde yer alan 404 sayfalık bu değerli eserin pek
çok satır ve paragrafının altını çizmişim. Tamamını olmasa da kısmen size bu
bölümleri aktarmak istiyorum. Özellikle bir konu var ki beni çok etkiledi.
Tanrının yaratma biçimini tamamen ters algıladığımı fark ettim. Evrenin
yaradılışıyla ilgili izlediğim belgesellerde ve bu kitapta gördüğüm üzere
yaradılışı yoktan var etme gibi hayal ederdim. Oysa gerçek tam tersi. Bir
şeylerin farklı olabilmesi vardan eksiltmeyle gerçekleşiyor. Nasıl mı? Örneğin
ışığın beyaz veya renksiz oluşunu tüm potansiyelleri içinde barındıran mutlak
gerçekliğe benzetiyorum. Fakat nesnelerin üzerinde ışığın renkler halinde görünmesi,
dalga boyları arasında yapılan seçimlerdir. Kırmızının görünmesi için ışığın
içinde barındırdığı diğer renklerin (sarı, mavi, yeşil, turuncu, mor) seçilmemesi
gerekli. Anne karnında bir bebeğin biçimlenmesi de aynı yöntemle oluyor. Önce
taslak halindeki uzuv ve organlar eksilerek biçimleniyor. Yumru halindeki kol
uzantısı geliştikçe eksilerek kol, el ve parmaklar biçimini alıyor. Tıpkı büyük
patlamadan sonra maddenin, galaksi ve gezegenlerin oluşumu gibi, yaradılış
büyük bir kaya kütlesinin yavaş yavaş yontularak biçimlenmesine benziyor. Evrendeki
çeşitliliği oluşturan şey maddenin kendisi olduğu kadar, aradaki boşluklardır
da. Yani yaradılış büyürken biçimlenen bir kayaya benziyor diyebilirim. Dawkins
bunu sayfa 215’de şöyle ele almış;
“Doğal
seçilim yalnızca var olandan bir şeyler eksiltiyor öyle değil mi? Gerçek
anlamda yaratıcı bir sürecin bir şeyler de eklemesi gerekmez mi? Bir heykeli
göstererek bu soruya kısmen yanıt verebiliriz. Heykeltıraş bir mermer parçasına
hiçbir şey eklemez, yalnızca eksiltir.” (Syf. 215) Gelelim diğer alıntılara;
“En
yalın biçimiyle doğal seçilim, çevrenin türe zorla kabul ettirildiğini ve bu
çevreye en iyi uyum sağlayan genetik çeşitlemelerin hayatta kalabileceğini
varsayar. Zorla kabul ettirilen çevredir, tür de bu çevreye uymak üzere
evrilir.” (Syf. 400)
“Öte
yandan, Darwinci seçilim en ufak ayrıntıyı bile açıklamakta güçlük çekmez.”
(Syf. 385)
“Organizmalar
aslında birbirleriyle ilişkisiz olamaz, çünkü bizim bildiğimiz yaşamın yerküre
üzerinde yalnızca tek bir kez ortaya çıktığı kesindir… Yaşam ağacı bir kez
belirli bir en küçük uzaklığın ötesine dallandıktan sonra (temelde bu türün
sınırlarıdır), dallar asla ve asla tekrar bir araya gelmez… Kuşlar ve memeliler
ortak bir atadan gelmişlerdir, fakat artık evrim ağacının ayrı dallarındadırlar
ve asla bir araya gelmeyeceklerdir: Bir kuşla bir insanın melezi olmayacaktır. Aynı
ortak atadan gelmiş olma özelliğine sahip organizmalar grubuna –ki bu ortak ata,
grup üyesi olmayanların ortak atası değildir- dal diyoruz.” (Syf. 330)
“Tüm
bu tümceler (değişiklikler), yalnızca 64 sözcüklü evrensel bir sözlükle (DNA) yapılıyor.”
(Syf. 346)
“Temel
varsayımımız, genlerin türün gen havuzunda kendi sayılarını çoğaltmaya çalışan,
‘bencil’ varlıklar olduğu. Fakat bir genin çevresi, büyük ölçüde, aynı gen
havuzunda seçilmekte olan diğer genlerden oluştuğu için, genler aynı gen
havuzundaki diğer genlerle işbirliği yapmakla üstünlük sağlar. Aynı amaca
ulaşmak için birlikte çalışan büyük hücre kümelerinin, ilksel çorba içerisinde
debelenen tek tek kopyalayıcılar yerine vücutlarının evrilmiş olmasının nedeni
budur.” (Syf. 246)
Bu
arada evrimleşme yolculuğundaki genlerin başarı öyküsü, sizce de zihinsel
evrimleşme sürecindeki insanların başarı öyküsüne çok benzemiyor mu? Evrimleşme
ürettiğimiz telefondan, yarattığımız lisanlara kadar her yerde yasalarını
işletirken bu gerçeğe daha fazla gözlerimizi kapatabilir miyiz? Maymunların
genetik bir sıçrama yapmış modeli biziz ama bu gerçekleşmeseydi evrim ağacının
en baskın “Homo Sapiens” dalı hiç serpilmemiş olurdu. Maymunlar kendilerinin farelerden
geldikleri hakkında, hatta yaradılış hakkında hiçbir fikirleri olmadan
yaşamlarına devam ederlerdi. Bizim “Homo Sapiens” dalını oluşturup, düşünüp
konuşabilen varlıklar olarak vücut bulmamız maymundan geldiğimiz gerçeğini yok
edemez. Maymunlardan kendisini üstün gören “Homo Sapiens” maymundan üstün olan
özelliğini ‘aklını’ ve ‘vicdanını’ kullanmadığı sürece ne yazık ki insan
karşısında aciz maymunun asla alçalamayacağı bir mertebeye kadar düşmüştür
benim gözümde. Bu yüzden biyolojik olarak insan olmak başka, hakkıyla insan
olmak ise bambaşka bir konudur. Dawkins’in bu değerli eserinin sizleri de
düşünmeye sevk etmesini umarım.