26 Şubat 2015 Perşembe

AKIL VE GÖNÜL

Kadınların Venüs’ten erkeklerin Mars’tan olduğu söylenir. Biri ateşse, diğeri sudur. Biri mantık yürütmekten, diğeri ise duygularını tetkik etmekten hoşlanır. Biri sonuç odaklı iken, diğerini süreç ilgilendirir. Biri bütünü görme çabasıyla detaylardan uzaklaşır, diğeri detayla ilgilenmekten bütünü kaçırır. Birbirlerinden apayrı ve çatışır gibi görünseler de gerçekte birbirine muhtaç ve ancak birbirleriyle uyum ile dengeye ulaşabilen varlıklardır. Kısacası birisi anahtar, diğeri kilittir.

Dişi ve erkek özellikler yalnız canlılarda değil, olay ve oluşumlarda da vardır. Anahtar ve kilit birbirlerini tamamlayarak bütünü oluştururlar. Bütünü oluşturmak için çatışmak değil, uzlaşmak şarttır ve mutlak denge bu uyum yasasına bağlıdır. Uzak doğu felsefesinde bu denge “yin-yang” ile ifade edilir. Kore bayrağından hatırınıza getirebileceğiniz “yin-yang” simgesi, siyah ve beyazın yani negatif ile pozitifin iç içe geçmesinden oluşan yuvarlak bir biçimdir. Aslında birbirinden ayrı olmayan madalyonun iki yüzünü, yani gerçeklerin iki yüzünü temsil eder. Tıpkı kadın erkek, gece gündüz, yaşam ölüm, siyah beyaz, doğu batı gibidirler. Bunlar evrende birbirine zıt olan ama varoluşları birbirine muhtaç olan oluşumların, olayların simgesel izahıdır ve her şey zıddıyla yaratılmıştır. Düşünceler bile.

Söz konusu negatif ve pozitif denge unsurları, toplumların ve insanların manevi doğasında da bulunmaktadır. Kişinin dengeli bir kişilik oluşturabilmesi için, kendi içindeki bu negatif ve pozitif unsurları uyum içinde dengeye ulaştırması gerekir. İnsan doğasındaki madalyonun iki yüzünü oluşturan zıt unsurlardan biri akıl, diğeri ise gönüldür. Hayatı hedefe uzanan bir yola benzetirsek, bu benzetmede insan hedefe varması gereken bir varlıktır. Bu varlığın hayat yolunda ilerleyebilmesi için iki bacağa veya iki kanata ihtiyacı vardır diyelim. Kanatlardan birisi akıl, diğeri ise gönüldür. İkisi birlikte uyum içinde çalışmadan ilerleme olmayacak, insan yerinde sayacaktır.

Akılsız gönül kişiyi zavallı, bağımlı, çaresiz, kendine yetersiz ve değersiz kılar. Gönülsüz akıl ise kişiyi olmadık maceralar peşine sürükleyip, kendine ve çevresine zararlı kılar. Bu konuda Prof. Oktay Sinanoğlu şöyle diyor; “Akıl bilgisayar gibidir dedik. Senin ne yapıp, nereye gitmek istediğine karar veren akıl değildir. Bu şahıs için de millet için de böyledir. Aklın üstünde gönül vardır. Gönül, çok eski Türkçe bir kelimedir. 510 bin seneliktir. Vicdan, maneviyat, kalbin tamamını içerir. Batı dillerinde karşılığı yoktur. Akıl, bilgisayar gibidir ve maneviyatın temeli olan gönlün emrine verilmelidir. Eğer kişi gönül terbiyesi görmemişse, akıl başıboş kalınca muzırlıklarla uğraşır. Aklı boş bırakmaya gelmez, dolayısıyla ikisinin beraber olması gerekir. Nitekim gönül terbiyesinden yoksun batıdaki bilim adamları ne yapmışlardır? Bilimle atom bombası, zehirli gazlar, biyolojik silahlar yaparak milyonlarca insanın perişan edilmesine yol açmışlardır.”

Doğu toplumlarıysa tarihte yüzyıllarca maneviyat meşalesini ellerinde tutmuşlar, bünyelerinde nice dervişler, filozoflar, gönül erbapları yetiştirmişlerdir. Orhun yazıtlarından anladığımız üzere eski Türk’ler medeniyet ve barış götürmek amacıyla yayılırlarmış ve kelime anlamı olarak “il” barış demekmiş. Yaşadığımız çağda Haçlı seferlerinin sebep olduğu kültürel etkileşimle Müslüman doğudan batıya bilimsellik bulaşırken, batıdan doğuya da ortaçağ karanlığı bulaşmıştır. Doğu akıldan uzaklaşınca üzerlerine çöken miskinlik, tembellik ve gericilik onları ekonomik olarak bağımlı ve çaresiz hale getirmiştir. Batı aklını kullanıp, bilimde gelişmiş, medeniyet meşalesini eline almıştır. Ama ne yazık ki, medeniyeti elinde bulunduran toplumların yayılma amaçları eski Türk devletleri gibi barış götürmek için değil, kendi ekonomik güçlerine güç katmak içindir. Gönül terbiyesinden yoksun oldukları için dünya gün geçtikçe daha da yaşanmaz bir yer haline gelmektedir.

İnsanlığa faydalı işler üretilebilmesi için ve dünyanın yaşanılabilir bir yer olabilmesi için akıl ile gönül arasındaki dengenin kurulması şarttır. Akıl ilkeli işletilmeli, ilkeleri de terbiye almış gönlün belirlemesi gerekmektedir. Yani kısaca anahtar ile kilit birbirine uymalıdır ki, cennet kapısı açılsın.

ÇAP-I ÂLEM ve LİSAN-I ÂDEM

Ah bir bilseler...
Neler anlatmak istiyorum neler?
Ama ne acı, insan kelimelere mahkûm!
Oysa anlatmak istediklerim için,
İnsanlık henüz kelimeler bulamamış.
Ne kadar varsa kelimesi bir lisanın
O kadar mı olmalı dünyası insanın?


11.12.2011

22 Şubat 2015 Pazar

DEĞİŞİM


Hayatı kendi akışına bırakıp, kaçınılmaz olan sonucuna razı olanlar bu yazıyı okumayı şu andan itibaren bırakabilirler, zira sözüm hayatı uğruna mücadele etmek ve gemisini güvenli sahillere yanaştırmak isteyenlere. Eskiden beri söylenen bilgece sözler dilimizdedir. Bu dünya emek dünyası denir, vakit nakittir denir, âlimin uykusu cahilin uyanıklığına yeğdir denir. Bunlar gibi nicesi bilinir bilinmesine de aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Kaç kişi uygular, ya da en azından çabalar?

Öncelikle hayatımız gerçekten bize mi ait diye sorgulamakla başlamalıyız işe. Eşini annesinin, arabasını komşusunun, mesleğini babasının, atacağı oyu arkadaşının seçtiği kimsenin hayatı kendisine ait değildir kuşkusuz. Kendi hayatının efendisi olan dümeni kendi kararlarıyla yönlendirendir. Çünkü fırtınada kaybolacak olan gemi kendi gemisidir. Kişinin kendi aldığı kararın sonuçlarını görmesi kadar öğretici ve geliştirici bir şey daha olamaz. Hatalı bile olsa kişiyi ustalığa taşır.

Kendi kararlarımızın bizi ne yöne götüreceğine dikkat ederek işe başlamalıyız. Bu, gemideki pusulaya benzer ve gemideki en kıymetli şeydir. Pusulanın doğruyu gösterip göstermediğini, hayatımızı gözlemleyerek, yaptıklarımızın sonucunu değerlendirerek anlayabiliriz. İşte güzel bir söz daha; akıllı adam hatalarından ders alandır, daha akıllı adam ise başkalarının hatalarından ders alan. Dümen başında karar verebilmek için hayatı okumak, akıllıca değerlendirmek hayati öneme sahip. 

Hayat öyle sınavlarla doludur ki, hava güneşli, deniz dingin iken kaptanın kaptanlığı anlaşılmaz. Fırtına geçirmeyen kaptanın saygınlığı yoktur üstelik. Hayatta her şey iyiyken insanın kötü olması beklenmez, ama koşullar zorlaştığında er kişi belli eder kendini. Yani, dümen başında akıllı olmak gerektiği kadar, zor koşullarda da yürekli olmak gerekir. Yaşama sevinci geminin motoru gibidir. Hayatı sevmek sadece güzel anlarını sevmek değil, her yönüyle onu kucaklamak, kabullenmek demektir. Bunun için yüreklerin yaşama sevinciyle çarpması gerek.

Hayat yolculuğunda en önemli mevzulardan birisi de zaman konusudur. Zaman, geçmişi ve geleceği ile bütün olmasına karşın, insanlığa sadece şimdiki zaman açıktır. Kişi şimdide yarattıklarıyla geleceğini ve aynı zamanda geçmişini oluşturur. Geçmişe özlemle veya tasalanarak geçirilen şimdiki zaman heba edilmiş bir fırsattır. Gelecek için kaygılanarak geçirilen şimdiki zaman da çöpe atılmış demektir. Yaratılan ne varsa şimdide yaratılır. Bu yüzden şimdinin farkına varmak ve her işi bu farkındalıkla ele almak gerekir. Geçmiş, kişinin yaşadıklarını anlayabilmesi için, gelecek ise anladıklarını yaşayabilmesi için varlar. Ama yaratılan her neyse şu anda yaratılmaktadır. Alınan kararın, sarf edilen sözün, yapılan işin nereye varacağının bilinerek yapılması var, bir de körün dümeni eline alması gibi bilmeden yapılması.


Dünyanın düzenini beğenmeyiz. Bu gidişi değiştirmek konusunda hepimiz hemfikiriz. Eğer bu düşüncemizde samimiysek işe kendimizden başlamamız gerekli. Zira kendi isteğimizle değiştirebileceğimiz tek varlık kendimiziz. Herkes evinin önünü süpürürse dünya temizlenmeye başlar, herkes hayatını pusulasına göre yönlendirirse dünyanın gidişi değişmeye başlar. Hayat bu kolay değil, dünya emek dünyası. Kolay olsaydı zaten adına "sınav" denmezdi. Parayı veren düdüğü çalar diyor hoca, vermeyene bir şey yok. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?

20 Şubat 2015 Cuma

ORGAN BAĞIŞI

Böylesine güzel bir dünyada sağlıklı olmanın nasıl bir özgürlük olduğunu hepimiz biliriz. Hatta “her şeyin başı sağlık” deriz, çünkü biliriz sağlık sıkıntıda olunca yaşam felç olur. Hastalandığımız da sağlığımıza kavuşmaktan başka hiçbir şeyin önemi ve önceliği yoktur. Sadece kendimiz hastalandığımızda değil, canımız kadar sevdiklerimiz hastalandığında da aynı şeyi yaşarız. Hele en değerli emanetimiz olan yavrularımıza bir şey olduğunda, iyileşene kadar zamanın nasıl zor geçtiğini anne babalar çok iyi bilir.

İstanbul Havaalanı’nda görev yaptığım dönemde, bir gün bir yolcu ile tanışıp, konuşmuştum. Oldukça yorgun görünen bir bey 9-10 yaşlarındaki hasta oğlunun İstanbul’da doktor kontrolünü yaptırmış, memleketine geri götürüyordu. Hastalığın çaresi varmış elbet ama gerekli olan şey “ilik nakli” imiş. Çocuğun lösemi yani kan kanseri olduğu anlaşıldığından bu yana başlamış ailenin çilesi. Ellerinde avuçlarında ne varsa tedaviye harcamışlar harcamasına ama konu organ bulmaya gelince iş para bulmaktan daha zor bir hal almış. Beyefendi bana “biliyor musunuz?” diye sordu. “Ülkemizde organ arayan vatandaşların aradıkları organ çoğunlukla İsrail, Yunanistan gibi ülkelerden bulunuyor” dedi. Yakın zaman önce savaştığımız Yunanistan şimdi imdadımıza koşuyor anlaşılan.

Tanık olduğum bu kısa diyalog beni derin düşündürmüştür. Ülkemizde yüksek nüfusa rağmen, bağışlanan organ sayısı çok az. Bu çok büyük oranda bilinçsizlikten ve hatta yanlış bilgi alışverişinden kaynaklanıyor. Konuyu araştırıp, en yakın hastanede organlarımı bağışladım ve 5 dakika gibi bir sürede tüm işlemlerin tamamlanması çok şaşırtıcı ve gurur verici geldi bana.

Söz halkın bilincinden açılmışken, konu hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler için yaptığım araştırmaları paylaşmak istiyorum. Organ bağışı konusunda halkımızın çoğunlukla bilgi sahibi olmadığı hususlardan birisi bağışın nerede ve nasıl yapılacağı konusudur. Organ bağışı İl Sağlık Müdürlüğü, hastaneler ve organ nakli yapan merkezlerde yapılabilir. İşlem esnasında organlarınızın tamamı veya hangilerini bağışlamak istediğiniz tespit ediliyor. Sizin ve yakınınız olan iki kişinin iletişim bilgileri alınıyor. Yapmış olduğunuz bağışa istinaden tarafınıza bir kart veriliyor ve sistemde tüm hastanelerde görülebilecek bir kayıt oluşturuluyor. Bağış işleminin gerçekleşebilmesi için size verilen kart tek başına yeterli değildir. Ailenizin ya da yakınlarınızın rızası olmadan organlarınız alınamayacağından, bu kararınızı onlarla paylaşmanız gerekmektedir. Ayrıca, bağış sonrası kararınızdan vazgeçmeniz halinde, yakınlarınıza yeni kararınızı bildirmeniz ve kartı yırtıp atmanız uygulama açısından yeterli oluyor.

Bir diğer husus da, organ bağışının dinimizce uygun olup olmadığı konusudur. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, organ bağışını insanın insana yapabileceği en büyük yardım olarak tanımlamış, 06.03.1980 tarih ve 396 sayılı kararı ile organ naklinin caiz olduğunu bildirmiştir. Kur’an-ı Kerim Maide Suresi, Ayet 32 konu hakkında dinimiz açısından aydınlatıcı referans olarak gösterilmektedir.

Kafalarda beliren soru işaretlerinden birkaçı da, ölüm sonrası organın nasıl, kimler ve hangi şartlar altında alınacağı konularıdır. Bu konular hakkında şu bilinmelidir ki, bağış yalnızca hastanede gerçekleşen ölümlerde yapılabiliyor. Kişinin ölümünün tıbben kabulü durumunda, yakınlarının onayı alınarak, gerekli organlar ameliyatla alınabiliyor.

Ülkemize pek çok hizmetler vermiş ve vermeye devam eden değerli üstat Hayrettin Karaca’nın her kişiye ve koşula uyan bir sözü var. Der ki, “olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var”. Kısacası, verecek bir şeylerimiz mutlaka var. Hayatın kime ne getireceğini bilemiyoruz ama bilmemiz gereken bir gerçek var, o da hepimizin borcunun olduğu.

Lütfen bu konuda düşünün ve harekete geçin. Böylece hem hayat kurtarmanın, hem de organ mafyasına engel olmanın huzurunu yaşayın.


Demet Yıldırım Durmuş 

14 Şubat 2015 Cumartesi

Lanet Olsun

Bugün "Sevgililer Günü". Adı bile kalbimizi ısıtan bir günde korkunç bir haberle dehşete düştük; 20 yaşındaki hayatının baharında, güzeller güzeli bir kız evladımız haince, üç "kişi (!)" tarafından tecavüze uğrayıp, öldürülüp, yakılıp, bir dereye atılmıştır. Üstadım yazar Ömer Polat ile konuşurken kızımızı acıyla andık. 10 yaşındaki kızımı küçüklüğünden itibaren hiç aklımda olmayan bir spor olan Tekvando'ya gönderdiğim için çok doğru bir iş yaptığıma karar verdiğimi söyledim. Bu canilere bir isim bulamadık. Onlara hayvan desek, hayvanların tümünü sevdiğimizden bir hakaret olmayacak, tersine masum hayvanlara hakaret etmiş olacaktık. "Bok" bile desek, bokun bile gübre olarak doğada bir yeri ve faydası vardır. Küfürler bile insana özgü bir yaşanmışlık, bir değer taşır. Bu mahluklara verilebilecek hiç bir isim bulamadık. Usta yazar dostum bile yetmişin üzerindeki yaşına rağmen, yazarlık ve insanlık yaşantısında onlara uygun gelecek bir isim bulamamış. Bu yaratıkların yaşamda ne ismi, ne de yeri vardır. Onları kınamıyor, onları lanetliyorum. Zira onlara verilebilecek olası bir linç cezası bile bizim kanayan yaramıza derman olamaz. Onlara verilecek dünyevi bir bir ceza yok ne yazık ki. Zira onlar cezanın kendileri. Cahil kalmış halkımıza, düşünmeyen, vicdanını sorgulamayan toplumumuza bir cezanın ta kendisi onlar. Bu cezayı biz inançlarımızı, toplumumuzu, kültürümüzü yozlaştıranlara sessiz kalarak hak ettik. Zaman uyanma zamanıdır. Halkımızın iyi ile kötüyü, ahlaka uygun olanla olmayanı ayırma zamanı, kıyamet zamanını yaşıyoruz. Herkesi düşünmeye davet ediyorum. Artık sorun kıyafet ya da cinsiyet değil, zihniyet sorunudur!

13 Şubat 2015 Cuma

KENDİNE İYİ BAK

"Kendine iyi bak" denince
Nasıl bakarsın merak ederim
Vitamin kutuları mı gelir aklına?
Yoksa banyodaki aynan mı?
Her gün kilona mı bakarsın?
Kim bilir sen de benim gibi
Başını yastığa koyarsın
Seyretmeye başlarsın


25.06.2011

11 Şubat 2015 Çarşamba

NEFES

Kudret veren bir nefes
Nefesin yurdunda bir nefis
Nefisin tanımadığı bir canan
Cananı taşıyan bir yürek
Yüreğin ritmine bir kudret
Kudret veren bir nefes


07.06.2011 

KÖR SAATÇİ – Richard DAWKINS

İnsanoğlu için bazen (belki de çoğunlukla demeliyim) duygusal ve hayali imgelere inanmak gerçeğin kendisine inanmaktan daha kolay gelir. Akıllı bir varlık olan insan, dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğine inanmakta nasıl zorlandıysa, kendisinin de diğer tüm canlılar gibi aynı ağacın kökünden evrimleşerek vücut bulduğuna inanmakta öyle zorlanmıştır. Hatta kendisini diğer varlıklardan üstün tutmak işine geldiği için maymundan türemiş olmayı hakaret saymıştır. Bilimle hiç ilgilenmemiş olanlar için evrim teorisine inanmak zor gelebilir ama tarih öyle gösteriyor ki, bilimin içindeki insanlar bile konu “evrimleşme” olunca güçlü direnç göstermişlerdir. Buna sebep olan şey bilimin ispatladığı hakiki yaradılış öyküsüyle, öğretilmiş dini yaradılış öyküsünün bire bir örtüşmemiş olmasıdır. Ama insan sorgulayan bir varlıktır. Konu inanç bile olsa her şeye kuşkuyla bakabilenler, sorgulayıp yanıt arayanlar için bilimin yolları daima açık ve aydınlıktır.  

İnanç ve din öyle hassas bir konudur ki, çoğunlukla kötü niyetlere alet edilmiş ve yeryüzüne hâkim olabilmek için kullanılmıştır. Samimi olan inançlar hep azınlık kalmış, çoğunluğun yarattığı çirkin örtünün altında gizlenmiştir. Ben bilim adamlarının çoğunun ateist olmasına şaşırmıyorum. Çünkü dinlere mensup çoğunluk gerçeğe karşı bağnazca bir direnç gösteriyorsa ve bu tutum bilim adamlarına bile bulaşabiliyorsa, dini tümden reddetmek mantıklı bir seçim gibi gözükür. Yani çoğu bilim adamı “gözümün gördüğü, bilimin ispatladığına mı inanayım, senin masallarına mı” deme hakkını kullanmıştır ve iyi ki de öyle yapmıştır. Aksi halde bilim olduğu yerde sayardı ve gerçeklerden haberimiz bile olmazdı. Bilim insanın kendi gerçeği hakkında bilmediklerini öğretir. Karanlıkları aydınlığıyla yok eder.  Tanrı ve din konusuna gelince de, ben şahsen bunun kişisel yaşanması gerektiğine ve kimsenin kimseyi kendi inancına zorlamaya hakkının olmadığına inanıyorum. Herkes atalarından kalan dine inanmak veya inanmamakta özgürdür. İnsanın kendisine öğretilen dini sorgulayıp, bilimin ortaya koyduklarıyla değerlendirip, kendince daha iyisini arama özgürlüğü olduğu gibi, toptan reddetme özgürlüğü de vardır. Çeşitliliği dolayısıyla çeşitlilikten doğan güzelliği sağlayan şey de bu özgürlüktür, tıpkı doğanın kendisi gibi.

Evrimsel biyolog Richard Dawkins 1986 yılında yayınladığı “Kör saatçi” kitabında Darwin’in kuramını etraflıca açıklıyor. 6,5 milyar yıllık tarihi olan dünyanın üzerinde canlıların tek hücreden biyolojik çeşitliliğe giden öyküsünü örneklerle anlatıyor. Ekolojik sistemin hiç acele etmeden, rastlantısal değişimlerle mükemmele doğru ilerlemesini mükemmel işleyen bir saate benzetiyor. Saatçinin kör olması ise, nesilden nesile aktarılan genlerde gerçekleşen ufak değişimlerin doğaya en uyumlu olanlarının ayakta kalmasıyla (doğal seçilim) sonuçlanmasının bilinçli seçilmeyişinden ileri geliyor. Kendisini mükemmel şekilde kopyalayıp, gelecek nesillere aktaran bencil yapılı genin (DNA) yaptığı ufacık rastlantısal hatalar olmasaydı, milyarlarca çeşitlilikteki canlılar olmayacaktı. Çeşitliliği etkileyen bir diğer faktör de genin dışında gelişen koşullardır. Kendisini avlayan diğer türlerin becerileri, yeryüzündeki fiziksel koşullar da türün çeşitlenmesini etkiler. Örneğin yeryüzündeki koşullar (iklim, atmosfer, yüz ölçümü, yer çekimi, vs) farklı olsaydı, nesilden nesile aktarılan genlerdeki değişimlerden şimdikinden daha farklı olanları ayakta kalacağından, şimdikinden çok daha farklı canlılar vücut bulabilecekti. Yeryüzüne büyük bir göktaşı isabet etmeseydi dinozorlar günümüzde bile yeryüzünün ezici hâkimi olacaktı ve insan denen varlık hiç vücuda gelemeyecekti. Dawkins kitabında Darwin’in kuramı üzerinden evrimin basamaklarını aktarırken saatçinin hayal edilen tanrıdan ne kadar farklı olduğunu gözler önüne sermektedir. Kör saatçi yaşananlara müdahale eden, ara sıra hışımla parmak sallayan bir tanrı değildir. O işleyişin kendisidir ve her canlı kendi becerisiyle ayakta kalır. Bu yönüyle bile “Kör saatçi” diğer bilimsel kitaplardan farklıdır. İnsanın inancını sorgulatan, düşünce ve inançlarına gerçekçi bir boyut kazandıran bir eserdir.

Tübitak’ın popüler bilim kitapları serisinde yer alan 404 sayfalık bu değerli eserin pek çok satır ve paragrafının altını çizmişim. Tamamını olmasa da kısmen size bu bölümleri aktarmak istiyorum. Özellikle bir konu var ki beni çok etkiledi. Tanrının yaratma biçimini tamamen ters algıladığımı fark ettim. Evrenin yaradılışıyla ilgili izlediğim belgesellerde ve bu kitapta gördüğüm üzere yaradılışı yoktan var etme gibi hayal ederdim. Oysa gerçek tam tersi. Bir şeylerin farklı olabilmesi vardan eksiltmeyle gerçekleşiyor. Nasıl mı? Örneğin ışığın beyaz veya renksiz oluşunu tüm potansiyelleri içinde barındıran mutlak gerçekliğe benzetiyorum. Fakat nesnelerin üzerinde ışığın renkler halinde görünmesi, dalga boyları arasında yapılan seçimlerdir. Kırmızının görünmesi için ışığın içinde barındırdığı diğer renklerin (sarı, mavi, yeşil, turuncu, mor) seçilmemesi gerekli. Anne karnında bir bebeğin biçimlenmesi de aynı yöntemle oluyor. Önce taslak halindeki uzuv ve organlar eksilerek biçimleniyor. Yumru halindeki kol uzantısı geliştikçe eksilerek kol, el ve parmaklar biçimini alıyor. Tıpkı büyük patlamadan sonra maddenin, galaksi ve gezegenlerin oluşumu gibi, yaradılış büyük bir kaya kütlesinin yavaş yavaş yontularak biçimlenmesine benziyor. Evrendeki çeşitliliği oluşturan şey maddenin kendisi olduğu kadar, aradaki boşluklardır da. Yani yaradılış büyürken biçimlenen bir kayaya benziyor diyebilirim. Dawkins bunu sayfa 215’de şöyle ele almış;

“Doğal seçilim yalnızca var olandan bir şeyler eksiltiyor öyle değil mi? Gerçek anlamda yaratıcı bir sürecin bir şeyler de eklemesi gerekmez mi? Bir heykeli göstererek bu soruya kısmen yanıt verebiliriz. Heykeltıraş bir mermer parçasına hiçbir şey eklemez, yalnızca eksiltir.” (Syf. 215) Gelelim diğer alıntılara;

“En yalın biçimiyle doğal seçilim, çevrenin türe zorla kabul ettirildiğini ve bu çevreye en iyi uyum sağlayan genetik çeşitlemelerin hayatta kalabileceğini varsayar. Zorla kabul ettirilen çevredir, tür de bu çevreye uymak üzere evrilir.” (Syf. 400)

“Öte yandan, Darwinci seçilim en ufak ayrıntıyı bile açıklamakta güçlük çekmez.” (Syf. 385)

“Organizmalar aslında birbirleriyle ilişkisiz olamaz, çünkü bizim bildiğimiz yaşamın yerküre üzerinde yalnızca tek bir kez ortaya çıktığı kesindir… Yaşam ağacı bir kez belirli bir en küçük uzaklığın ötesine dallandıktan sonra (temelde bu türün sınırlarıdır), dallar asla ve asla tekrar bir araya gelmez… Kuşlar ve memeliler ortak bir atadan gelmişlerdir, fakat artık evrim ağacının ayrı dallarındadırlar ve asla bir araya gelmeyeceklerdir: Bir kuşla bir insanın melezi olmayacaktır. Aynı ortak atadan gelmiş olma özelliğine sahip organizmalar grubuna –ki bu ortak ata, grup üyesi olmayanların ortak atası değildir- dal diyoruz.” (Syf. 330)

“Tüm bu tümceler (değişiklikler), yalnızca 64 sözcüklü evrensel bir sözlükle (DNA) yapılıyor.” (Syf. 346)

“Temel varsayımımız, genlerin türün gen havuzunda kendi sayılarını çoğaltmaya çalışan, ‘bencil’ varlıklar olduğu. Fakat bir genin çevresi, büyük ölçüde, aynı gen havuzunda seçilmekte olan diğer genlerden oluştuğu için, genler aynı gen havuzundaki diğer genlerle işbirliği yapmakla üstünlük sağlar. Aynı amaca ulaşmak için birlikte çalışan büyük hücre kümelerinin, ilksel çorba içerisinde debelenen tek tek kopyalayıcılar yerine vücutlarının evrilmiş olmasının nedeni budur.” (Syf. 246)


Bu arada evrimleşme yolculuğundaki genlerin başarı öyküsü, sizce de zihinsel evrimleşme sürecindeki insanların başarı öyküsüne çok benzemiyor mu? Evrimleşme ürettiğimiz telefondan, yarattığımız lisanlara kadar her yerde yasalarını işletirken bu gerçeğe daha fazla gözlerimizi kapatabilir miyiz? Maymunların genetik bir sıçrama yapmış modeli biziz ama bu gerçekleşmeseydi evrim ağacının en baskın “Homo Sapiens” dalı hiç serpilmemiş olurdu. Maymunlar kendilerinin farelerden geldikleri hakkında, hatta yaradılış hakkında hiçbir fikirleri olmadan yaşamlarına devam ederlerdi. Bizim “Homo Sapiens” dalını oluşturup, düşünüp konuşabilen varlıklar olarak vücut bulmamız maymundan geldiğimiz gerçeğini yok edemez. Maymunlardan kendisini üstün gören “Homo Sapiens” maymundan üstün olan özelliğini ‘aklını’ ve ‘vicdanını’ kullanmadığı sürece ne yazık ki insan karşısında aciz maymunun asla alçalamayacağı bir mertebeye kadar düşmüştür benim gözümde. Bu yüzden biyolojik olarak insan olmak başka, hakkıyla insan olmak ise bambaşka bir konudur. Dawkins’in bu değerli eserinin sizleri de düşünmeye sevk etmesini umarım. 

6 Şubat 2015 Cuma

CEZAEVİNDEN MEKTUP

Saymayınca nasıl geçerdi
Saymakla geçmiyormuş
Hasretim bazen kaşık şıkırtısı
Sobada bir demlik fokurtusu
Bazen isterim kayısı kurusu
Ah bir de evlat kokusu
Rahmetlinin ördüğü yeleği sırtımda
Acıklı türküsü kulağımda
Gündüze varmayan gece olmazmış
Bu günler de geçer elbet
Yurdun seven pek az kalmış
Kalanlara sen selam et


23.11.2014

3 Şubat 2015 Salı

SUDAKİ MUCİZE – MASARU EMOTO

Su hayatın devamlılığını sağlayan dört elementten biridir. Herkesin bildiği gibi dünyamızın ve bedenimizin dörtte üçü sudan oluşuyor. Japon bilim adamı Dr. Masaru Emoto, bizler için hayati öneme sahip suyun kendisiyle ilgili çok ilginç bir araştırma yapmış. Sonra bu araştırmasının sonucunda elde ettiği bilgileri tüm dünyayla paylaşmak için kitap yazmış. Yaptığı araştırma şu; yıllar boyunca suyu dondurarak, donmuş haldeki su kristallerinin fotoğraflarını çekmek. Yöntemi şu; farklı kaplardaki suları bazı yazılı veya sözlü ifadelerle etkileyip, dondurduktan sonra oluşturdukları desenleri fotoğraflamak. Sonuç şu; nefes kesici bir mucize, çünkü su her ifadeye ayrı bir desen oluşturuyor. Güzel sözlere tüm zarafetiyle göz alıcı desenler oluştururken, kötü sözlere ya tepki vermiyor, ya da tamamlanmamış bozuk desenler oluşturuyor. Kitabın en arka sayfaları bunun örnekleriyle dolu. Fotoğraflar çok etkileyici.

Eskiler okunmuş su içirirlerdi. Biraz batıl ve saçma gelirdi ama onları kırmamak için yine de o suları içerdik. Dr. Masaru Emoto’nun kitabını okuduktan sonra hiç de saçma olmadığına, hatta suyun hafızasının olduğuna inanmaya başladım. O zamandan bu yana da ettiğim söze de, içtiğim suya da özen gösteriyorum. Plastik şişeden su içmemeye çalışıyorum. Biraz pahalı ama cam şişe suları tercih ediyorum.

“Sudaki Mucize” kitabını okumadan önce “Ne biliyoruz ki tavşan deliğinde” isimli bir belgesel izlemiştim. Kuantum fiziğine duyduğum merak bu belgeselden sonra başlamıştı. Maddelerin birbirlerinden ayrı görünmesine rağmen hepsinin aynı titreşimin parçaları oldukları ve ayrı olmadıklarını bilimsel olarak ortaya koyan bir belgeseldi. O belgeselde Dr. Masaru Emoto’nun su kristalleri üzerinde yaptığı çalışmadan da bahsediliyordu. (Belgeselden bir sahne; https://www.youtube.com/watch?v=6eIpNOJ3QyE) Daha sonra tesadüfen kitabını bulunca çok sevinmiştim. Gerçekten de ağzımızdan çıkan her kelimenin bizi, diğer insanları, dünyayı hatta evreni etkileme gücüne sahip olduğunu fark ettiren, bunu fotoğraf örnekleriyle apaçık ortaya koyan çok önemli bir eser.

“Sudaki Mucize” sadece sözlerin ve düşüncelerin suyu dolayısıyla tüm diğer maddeleri etkileyeceğinden bahsetmiyor. Aynı zamanda hayatı nasıl yaşamamız gerektiğine dair rehberlik eden önerilerde bulunuyor. Gözle görünür bir şey olmasa da, her düşüncemiz bizi ve çevremizi etkileme becerisine sahip bir kudretse, işe hasta bedenlerimizi iyileştirmekten çok önce hasta düşüncelerimizi iyileştirmekten başlamamız gerektiğini anlatıyor.

Kitap 133 sayfa, 133’den sonra fotoğrafların bulunduğu bir albüm var. Kitabı kendiniz okuyup değerlendirirseniz sizin için çok daha kalıcı olur bu yüzden kitabın pek çok yerine değinmek istememe rağmen örnek olsun diye tek bir bölümü paylaşacağım. Sayfa 128’den geliyor;

“…Günümüzde yüzleştiğimiz bu kötü görüntüye rağmen, bütün umudumuzu kaybetmiş de değiliz. Şu anda bile devreye sokabileceğimiz bir sürü etkinlik bulunmaktadır. Yapmamız gereken ilk şey, doğal hayatın önümüze koyduğu modeli incelemek ve onu örnek almaktır. Mikro dünyada rastlanılan mikropların genellikle %10’u ‘kötü’, diğer bir %10’uysa ‘iyi’ olarak tanımlanırlar. Geriye kalan %80 ise ‘nötr’ olarak bilinirler. Bu durum içinde yaşadığımız dünyaya benzer. Bizim gezegenimizin hayatta kalması %10’luk bir kısmı oluşturan ‘iyi’ mikroplarla, diğer bir %10’u oluşturan ‘kötü’ mikropların arasındaki savaşın sonuçlarına bağlıdır. Eğer iyi olan %10’luk kısım kazanırsa, %80’lik kısım onlara katılacaktır. Eğer kötü olan %10’luk kısım kazanırsa, nötr durumda bulunan ve oldukça kalabalık olan mikroplar da kötülere katılacaktır. Neden hala umutlu olabileceğimizi açıklayan gerçek de budur. Benim sevgi ve minnettarlık hakkındaki mesajlarımı almalarını umut ettiğim kesim, nüfusun sadece %10’unu oluşturan, ama kötü niyetli olanları yenip, nötr haldeki o büyük kalabalığı etkileyebileceklerini düşündüğüm kişilerden oluşmaktadır.” Diyor ve devam ediyor;

“Neden böyle bir durumda iyi niyetli olan kişilerin kazanacaklarına inandığımı da açıklamak istiyorum: Karşı karşıya gelen iyi ve kötü mikropların sayıları aynı olsa bile, iyi mikroplar daima kazanan taraf olmaktadırlar. Bu bilimsel bir gerçekliktir ve su kristalleriyle yaptığım deneylerin de desteklediği bir veridir. Aynı su örneğinin yanına, birisinin üzerinde ‘sen güzelsin’ diğerinin ise ‘sen çirkinsin’ yazan iki etiket koyduğumuzda, su örneğinin ortaya koyduğu kristaller çok güzel olmaktadırlar. Dolayısıyla dünya nüfusunun sadece %10’unun bile kendisini sevgi ve minnettarlık duygularına açık hale getirmesi, gezegenimizi içinde bulunduğu sağlıksız durumdan kurtarmak için yeterli olacaktır.”

Nasıl? Etkileyici değil mi? Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular alçalınca karıncalar balıkları. Kimin kimi yiyeceğine su karar verir. Suyun ne yapacağına da bizler. Hatta sadece %10’luk bizler.

                                                                                                                Demet Yıldırım Durmuş