29 Aralık 2014 Pazartesi

ERMİŞ - HALİL CİBRAN

İnsan denen karmaşık varlığa bir kılavuz kitap daha. 1883 yılında doğmuş ve sadece 48 yıl yaşamış Lübnanlı yazar Halil Cibran’ın en beğenilen kitaplarından birisidir “Ermiş”. Hayatı boyunca yaşadığı acılar ve yoksulluğa rağmen tüm eserleri sevgi ve bilgelik doludur. Doğa ve insan sevgisi, toplumsal adalet ve eşitlik, varlıkların yaşamlarına saygı gibi konuları işler (bayıldığım konular). Bir dönem geçimini resim yapmakla sağlayan Cibran eserlerinde tıpkı Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery’nin “Küçük Prens” öyküsünde yaptığı gibi, kendi resmettiği figürleri kullanır. Kitabında kullandığı figürlerin tamamı insan bedenlerinden oluşur ve belki de sadece insani yönlerini vurgulamak istediği için çıplak resimlemiştir.

Halil Cibran doğulusunu da batılısını da büyülemiş bir yazardır. Altmışlı yılların çiçek çocuklarını, pek çok ardıl yazarı, hatta siyasetçileri bile etkilemeyi başarmıştır. Kitabın benim listeme girme sebebi çok net. Hakikat bilgisine âşık bir şahsiyet olan ben deniz, hakikatin izlerini okuduğum her satırda sürdüğüm, yazdığım her satıra döktüğüm için, onunla yatıp onunla kalktığım için, onu en güzel şekilde aktaran eserleri bulunca öpüp başıma koyuyorum. Seviniyorum ki, insanlık da böyle eserlere gereken değeri veriyor, bu yüzden çoğu da zaten klasikleşmiş oluyor. Bu takdir çoğunlukla yazarlar yaşarken gösterilemiyor ne yazık ki. Zaten iyi yazarlar yazmaya tutkun olduklarından takdir görmek gibi bir kaygılarının olmadığını düşünüyorum. Ha yaşarken takdir görselerdi güzel olurdu onlar için belki ama onlar eserlerinin ne kadar güzel olduğunu biliyorlar ve bu onlar için yeterli.

Ermiş baştan sona şiirsel bir dille yazılmış (aforizmalarla bezenmiş), ufak bir öykünün üzerine oturtulmuş bir felsefe sohbeti kitabı niteliğinde. Hakikat bilgisine sahip insanların diğer insanları düşünmeye sevk etmek için kullandıkları bu yöntem çok etkili. Tarih boyunca büyük düşünürler diyalog kitaplarıyla felsefelerini aktarmışlar. Bugün bile bu yöntem en hızlı yol. Ben de “Bilgenin Anahtarı” isimli kitabımda bu yöntemi kullandım. Bilgenin Anahtarı baştan sona bilen ve bilmeyen iki karakterin diyaloglarından oluşuyor ve yaşama dair her konuya değiniyorlar. Amaç bilgi aktarmaksa, bu yöntemle kurgulu bir romanda aktarılabileceğinden çok daha fazlası aktarılabiliyor. Kurgulu romanlarınsa yaşattıkları bambaşka şeyler var, o ayrı konu. Dönelim yine Ermiş’e… Kitap El Mustafa adında bir bilgenin kaldığı bir şehirden ayrılıp, evine dönmek üzereyken kentten insanların ona sorular sormasını konu alıyor. Sevgi üzerine, evlilik üzerine, çocuklar üzerine, din üzerine, yaşam şartları üzerine, insanlık üzerine, ölüm üzerine, daha pek çok konu üzerine sohbetler ediyorlar. Kitabın aktardığı bilgelik zaten yeterince doyurucu, fakat beni en çok büyüleyen tarafı oldukça kısa ve şiirsel oluşu. Hiç sıkmadan az sözle çok şey aktarıyor. Bu yüzden oldukça başarılı bir baş ucu kitabı niteliğinde.

Ne yazık ki mümkün değil ama içimden tüm kitabı size aktarmak geçiyor, çünkü kitap çok derin. Her cümlenin içinden matruşka bebekleri gibi yeni yeni fikirler doğuyor. Kitap avuç içi kadar (cep boyutu) ve sadece 121 sayfa fakat üzerine bir araba dolusu kitap yazabilirsiniz. Şimdilik size kitaptan işaretlediğim küçük parçaları aktarmakla yetineceğim.

Çocuklar üzerine (Syf. 34);
“Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizin değildirler,
Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızlarıdırlar.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların vücutlarını çatabilirsiniz ama canlarını asla.
Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz ama onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.
Çünkü hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.
Sizler, evlatların birer ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine bir hedef edinmiştir ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için Kendi gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün.
Çünkü oku atan O güç, uzaklaşan okları sevdiği kadar elindeki sağlam yayı da sever.”
Bölümde ok fırlatan bir insan resmedilmiş, resimde yayı da anne baba ve ortalarında çocukları oluşturuyor. Cibran metninde “Hayat” ve “yayı geren” derken tanrıyı kastediyor. Tanrıyı hayatın ta kendisiyle özdeşleştiriyor. Hep dile getirdiğim gibi tanrıyı gökte bir yerlerde, yarattıklarından ayrı hayal ettiğimiz için inancımız sağlam temelden yoksun hayali öğelerin üzerinde duruyor. Bu yüzden en hafif rüzgârla bile yıkılıyoruz. Cibran’ın da dile getirdiği gibi çocuklarımızı kendimizin sanıyoruz mesela. Gerçek sahibinin tanrı (gökteki değil!) yani hayatın ta kendisi olduğunu unutuyoruz. Koskocaman bir yürek olarak doğmuş yavrularımızı, uçsuz bucaksız ufuktan alıp kendi dar duvarlı, küçük dünyamızın içine tıkıştırmaya çalışıyoruz. Sonra onların da bizim gibi bedenleri büyüdükçe yürekleri küçülüyor. Hepsi bize benziyor, çünkü esaret altında insanın kendi öz çiçeği açamaz. “Maya’nın Dünyası” isimli kitabımda buna Hintlilerin fillere yaptıklarından örnek vermiştim; yetişkin bir fili ağaca bağlasan zinciri kıracak, ağacı bile söküp atacak kudreti vardır. Bağımsızlığını ve gücünü bilen file bunu yapamazsın. Ama bebekliğinden itibaren ağaca bağlarsan, bir filin kendi gücü hakkında hiçbir fikri yoktur. Bağımsızlığı hiç bilmediğinden onu isteyemez bile. Asla kıramayacağını düşündüğü zincirle yaşamaktan zevk aldığını zanneder. Hayatı bu zanneder! Çocuklarımızın hayat algısını küçültürsek, sonsuza uzanan gerçeklik (tanrı da diyebiliriz) algısını da ufacık yapmış oluruz. Omuzlarının üzerinde taşıdığı, iki kulağının arasına (baş deniyor ona) koskoca bir evreni sığdırabilecek kadar yer varken, bir mezar kadar yere onu hapsediyoruz, üstelik bunu bilmeden beceriyoruz.

Görüldüğü üzere “Ermiş” denen bu kitabın bir sayfası bile bana bunları yazdırıyorsa, geri kalanının neye benzediğini siz düşünün. Hele evlilik, din, ölüm üzerine yazdıklarına girmemek için kendimi zor tutuyorum, çünkü metin epey uzadı. Malum insanımızın uzun metinleri okumaya karşı alerjisi var (bir süre sonra kaşıntı ve esneme yapıyor). Oysa düzenli okusa bir süre sonra ağır uykudan uyanacak belki de. Hakikaten de dünya üzerinde en ağır uyku insanınkiymiş. Fakat bir uyanırsa var ya, bir daha asla uyumazmış!

Halil Cibran’ın ermiş El Mustafa’sının cümleleriyle kapanış perdesini çekiyorum; sayfa 99’dan geliyor;
“Güzel (tanrı), bir aynadan kendini seyreden sonsuzluktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder