İnsan
denen karmaşık varlığa kılavuz olacak kitaplardan biri budur bence. 85 yaşına
kadar yaşamış, idealist romantik (bana mı benziyor ne?) diye
adlandırabileceğimiz Rus kökenli Alman yazar Hermann Hesse bu eseriyle 1946
Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış. Kitabın kısaca öyküsü şu;
Hindistan’da
geçen hikâyenin kahramanı Siddhartha gerçek bilgiye ulaşmak için babasının
baskısına rağmen evini terk eder. Yakın arkadaşıyla birlikte yeni öğretilerle
tanışırlar. Gezgin birer dilenci olarak hakikat arayışlarını sürdürürlerken
Buda (Buddha) ile karşılaşırlar ve aralarında Budizm felsefesinin
derinliklerine inen etkileyici bir sohbet geçer. Arkadaşı arayışını Buda’nın
yanında sonlandırırken, Siddhartha’nın kuşkuları ve arayışı sonlanmaz. Fakat
bilgelik yolunda pek çok şey öğrenmiştir. Bir süre sonra gezginciliği ve
dilenciliği bırakarak bir kente yerleşir ve ticaret öğrenir. Küçümsediği kent
kültürü ve kent sistemi içindeki vasat insanların zaafları zaman içinde
Siddhartha’yı da kuşatır. Bilgelikten uzaklaşıp, gün geçtikçe aradığı
gerçeklikten uzaklaşır. İntiharı düşündüğü, dibe vurduğu sırada tekrar
yükselişi seçer ve sahip olduğu her şeyden vazgeçerek ırmak kıyısında
kayıkçılık yapan yoksul bir adamla karşılaşır (aslında bu ikinci
karşılaşmasıdır) ve onun yanına yerleşir. Irmak kayıkçıya, kayıkçı da Siddhartha’ya
kılavuzluk etmektedir. Gerçek bilgiyi bulur ve aydınlanır.
Yaşamın
hakikatini öğretmek için “ırmak” öğesinin seçilmiş olması beni gerçekten çok
etkiledi. Ben hep hayatı denize benzetirdim ama sürekli akan bir öğe aslında
zamanın akışını temsil edişiyle daha güzel bir örnek gerçekten. Heraklitos’un
“aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın” sözünü hatırlatıyor bana. Her gün güneş
aynı yerden doğar ama gün aynı gün değil, sen aynı sen değilsindir artık.
Siddhartha’nın gerçekliği bulmak için nice yıpranması da bana kendi yolculuğumu
hatırlatıyor. Bir şeyleri anlayıp sindirmek için önce ille de ateşte yanmak
gerekiyor. Pişmeyince kokuyor insanoğlu. Fakat hızlı da pişmeyecek, yoksa yanar
(delirir filan). Ağır ağır demlenince insan lezzetli oluyor doğrusu. Nasıl ki
her meyve zamanında olgunlaşınca güzel oluyorsa, demli bir insan için de
ortalama otuz – kırk yıl gerekiyor. “Farkındalık” aşağı yukarı oralarda bir
yerlerde yoğunlaşıyor.
Gelelim
kitaptan örnek pasajlara. Elimde kitabı şöyle bir karıştırdım, altını çizdiğim,
not aldığım (ki hep böyle yaparım ve iyi ki de yaparım) yerlere baktım. Hah
şunlar hiç fena değil;
“…çünkü
düşünmek –öyle görünüyordu ona- nedenleri bilip tanımak demekti,…” (syf.46)
Düşünüyorum öyleyse varım diyen Descartes’e selam olsun benden. İşte bu satırda
da gördüğüm gibi insan kendini bilmeye geliyor bu dünyaya. En büyük tutkusu ve
susuzluğu da bu yönde ki sayfa 47’de de şöyle bir cümle geçiyor; “Hikmetini ve
içyüzünü öğrenmek istediğim şey, Ben’di…Ve dünyada kendim kadar, Siddhartha
kadar az bildiğim başka hiçbir şey yok! ” (Ah ‘ben’ ah ‘ben’ ne çok seviyoruz
ve aynı anda ne az biliyoruz seni!)
“Amaç
ve töz (felsefede değişmez gerçek) nesnelerin arkasında bir yerde değil,
onların içindeydi, her şeydeydi kısaca.” (Syf. 48) Bir de insanoğlu tanrıyı
gökte bir yerlerde arar, oralarda hayal eder ya… Sanki ondan ayrılabilirmiş
gibi. “Ne ararsan kendinde ara” laflarını duyar ama işitmez. “İlim kendin
bilmektir” diye okur ama anlamaz. Yunus’un dediği gibi “Var sen de gel biraz
oyalan.”
“Belirlediği
hedef kendine çeker onu, çünkü hedefin onu alıkoyacak hiçbir şeyin ruhundan
içeri sızmasına izin vermez… Cinlerin başının altından çıkan hiçbir şey yoktur,
cinler yoktur çünkü. Herkes büyü yapabilir, herkes belirlediği hedefe
ulaşabilir, yeter ki düşünmesini, beklemesini ve oruç tutmasını (sabretmeyi) bilsin.”
(Syf. 67) Uzun yıllar boyunca marangozluk yapıp, bir gün tüm emeğinin üzerine
çizgi çekip, sıfırdan balıkçılığa başlayıp, denizlere açılan adamın öyküsünü
hatırlattı bana. İnsan hedefini kendi içinde taşır ama onu okuyana kadar
başkalarının hedeflerinin üzerinde dolanır durur. Trafiği de meşgul eder
üstelik. Güzel arkadaşım sen denize, balıkçılığa tutkunsun, ne diye marangozların
piyasasını meşgul edersin? Ha şunu bileydin! Ama ille de yanacak insan, sonra
akıllanacak. Gelelim Hermann’ın güzel tespitine; cin min yoktur. Vardır da
tıpkı göklerde tanrı arayan insanoğlunun hayal kurduğu gibi değil… Cin sensin
ey salak marangoz! Balıkçı olana kadar cin sendin. Yaktın yandırdın ne yazık
ki.
“Herkes
kendinde olan şeyi verir…” (Syf. 70) Benim kendi kitabımda sarf ettiğim bir
cümle var; neyle doluysa demlik, onu verir ibrik. Başka ne verebilir ki?
Verebileceğimiz her şey iki kulağımızın arasına sığmış durumda. Orayı doldurup,
oradan boşaltıyoruz. Mideni neyle doldurursan hücren odur. Aklını neyle
doldurursan cümlen odur yani. Doğru laf ettim şimdi, bunun da mı altını çizsem
acaba?
“…bütün
bu işlere, bir oyun gözüyle bakıyor…” (Syf. 71) ve benzer anlatım; “Her
defasında garip bir ömür sürdürdüğünü, tümü de yalnızca oyun olan pek çok şey
yaptığını, neşe ve bazen haz içinde vakit geçirmesine karşın gerçek hayatın ona
hiç dokunmaksızın yanı başından akıp gittiğini düşünüyor…” (Syf. 76). İşte
benim bakış açım! Ey yolcu, iki kapılı bir hansa bu, yaşadığın hiçbir şey
kalıcı değil. Borç içinde mi kıvranıyorsun? Kalıcı değil. Sevgilinin aşkından
ölüyor musun? Kalıcı değil… Atatürk’ün köşküne astırdığı bir hat yazısı var
belki duymuşsunuzdur. Hat öyle güzel işlenmiş ki, kâğıdı ters tutsan da düz
tutsan da aynı şey yazıyor; ‘Bu da geçer ya Hu’ Bu felsefe aslında hayatımızın
içinde ve hatta hayatın ta kendisi. Niye mi öyle söylüyorum? Kırkpınar
çığırtkanına kulak verelim; ‘Altta kaldın diye üzülme, üste çıktın diye
sevinme’ Peki neden? Çünkü hayat bir oyun; ‘Bu da geçer ya Hu’.
Hermann
Hesse’nin “Siddhartha” eserini neden bu kadar çok beğendim ve neden bu kadar
uzun yazıyorum biliyor musunuz? Çünkü yaşama dair bu kadar çok şeyi bu kadar
ince (hepsi toplam 148 sayfa) bir kitaba, üstelik güzel bir öykü işleyerek
sığdırmasına hayran kaldığım için. Bakın sayfa 72’de cinsellik konusuna
değinmiş ve neler demiş; “Sevgide henüz bir çocuk sayılan ve körü körüne,
doymak bilmeksizin dipsiz bir uçuruma dalar gibi sevi hazlarından içeri dalmaya
heveslenen Siddhartha, haz vermeden haz alınamayacağını, her jestin, her okşayışın,
her dokunuşun, her bakışın, ne kadar küçük olursa olsun vücuttaki her köşenin
kendine özgü bir gizle donatıldığını, bu gizi keşfetmenin keşfeden kişiyi mutlu
kılacağını öğrendi Kamala’dan. Ayrıca bir şeyi daha öğrendi: Her sevi
şenliğinden sonra sevgililer birbirlerinden, biri ötekine hayranlıkla bakmadan
ayrılmamalıydılar; hem yenmiş hem yenilmiş olmalı, herhangi birinde aşırı
doymuşluk ya da bıkkınlık duygusu uyanmamalı, sömürdükleri ya da
sömürüldüklerini hissetmemeliydiler.” Cinsellik konusunda yazmak istediğim
şeylere dokunmuş Hermann Hesse ama benim yazacaklarım bunlarla sınırlı değil.
Özellikle yurdumuzda her güzel ve narin konu gibi tabu haline getirilmiş
cinsellik konusunda sıkı bir öykü yazmayı planlıyorum. Tasarladığım öykü
hakkında küçük bir ipucu vereyim; hamile kalıp çocuk dünyaya getiren bir kadına
“bakire” denebiliyorsa (hiç itiraz etme bakire Meryem’i kutsal kitaplar
yazıyor, ben uydurmadım) demek ki bekâret yanlış yerde aranıyormuş. Tıpkı
orospuluğun cinsiyeti olmadığı ve yine yanlış yerde arandığı gibi…
Biz
yine dönelim kitaba… Sayfa 77’de öyle laflar ediyor ki, her cümlesi bir kitap
konusu. Değerli yazar Ömer Polat aynı cümleyi benim “Bilgenin Anahtarı” isimli
kitabım için de kurmuştu. Doğası gereği bu gerçeklik konusu öyle bir konu ki
derinliği indikçe inilen bir hazine gibi. Bu sebeple gerçeklik keşfedildikçe
anlatılacaklar bitmiyor bir türlü. Allah Kuran’da diyor ki (Lokman Suresi Ayet
27); “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsaydı, deniz de yedi denizle birlikte
mürekkep olsaydı yine de Allah’ı anlatan sözler bitirilemezdi”… Gökyüzü
tahtında oturan tanrı hayalini zihinlerden silip, Kuran’daki her Allah
kelimesini ‘gerçeklik’ veya ‘hakikat’ sözcüğüyle değiştirerek okursanız, kitap
o zaman bir şeyler söylemeye başlıyor. Zaten “oku” diye başlayan bir kutsal
kitabı Türkçesiyle anlayarak okuyanlar “insan”, “ikra” yani Arapçasıyla
anlamadan okuyanlar “papağan” oluyor. Bir de Arapça şivesiyle okursan eğer rengârenk
bir papağan oluyorsun; sonra televizyon kanalları, hutbeler derken köşeyi
dönüyorsun. İstersen kazandığın parayla ‘Jet Ski’ alırsın, istersen sarışın
hosteslerine ‘kediciklerim’ dersin, dilersen Amerika’da köşkün bile olur. Bu
memleket küçük Amerika zaten, “fırsatlar ülkesi”. Biz yine kitabımıza dönelim.
Sayfa 77’de diyor ki, “…içinde dingin bir yer, sığınılacak bir yer var, ne
zaman istersen benim gibi oraya çekilebilir, kendini kendi evinde
hissedebilirsin. Pek az insanda vardır bu, oysa herkes buna sahip olabilir.”
Büyük ihtimalle çevirenin hatası var burada diye düşünüyorum, çünkü son cümle
şöyle olunca daha anlamlı oluyor; pek az insan bulmuştur bunu, oysa herkes buna
sahip olabilir. Böyle daha anlamlı. Bu konu öyle bir hazinedir ki, anlatabilmek
için bir kitap yazmam gerekir. Ama özetle diyebilirim ki, ‘ne ararsan kendinde
ara’ veya ‘bir ben var benden içeri’. Tanrının vaat ettiği kutsal toprakları
nerde bulacağının işareti bu. Yine gökyüzünde hayal edilen cennet hayalleri
yanıltıcı maalesef. Gerçeği bambaşka. Görüldüğü gibi cennete girenler bu limanı
bulanlardan oluşuyor. Daha da ilginç; cennetliklerin isimleri bazen Johnny,
bazen Ayşe, bazen Takatoshi olabiliyor. Hani Müslüman’dan başkası cennete
giremezdi ya, bence Müslüman’ın kim ve Müslümanlık’ın ne olduğunu pek iyi
anlayamadık. Fakat hayallerimiz zihnimizi öyle bir doldurmuş ki, gerçekle
dolmak için önce demliği boşaltmak gerek. Malum, neyle doluysa demlik, onu
verir ibrik. Sayfa 77’den devam ediyoruz. Diyor ki, “…İnsanların büyük
çoğunluğu düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada
süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de
vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgâr
varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde
taşırlar.” Bu sözler bana derhal okuduğum bir ayeti hatırlattı. Bu paragrafta
madem çoğunlukla dinden ve kutsal kitaptan örnekler verdim, paragraf sonuna
kadar bu tutuma devam edeyim bari. Lütfen bu sözleri Nur Suresi 35. Ayetle karşılaştırır
mısınız? Kolay anlaşılması için kendi tercüme metodumu parantez içinde
veriyorum. Şöyle ki; “Allah göklerin ve yerin ışığıdır. (Hakikat insanın iç
dünyasının ve günlük yaşamının rehberidir.) O’nun ışığının örneği; içinde ışık
bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam kap içindedir. O cam kap da
sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir. Yakıtı ne batıya, ne doğuya
bağıntısı olmayan, zeytinyağı üreten bereketli bir ağaçtandır. Yağı neredeyse
ateş değmeden aydınlık verir. Parıl parıl parıldar, ışık üzerine ışıktır. Allah
dileyen herkesi ışığına ulaştırır. İşte Allah insanlara böyle örnekler verir.”
Daha fazla söze gerek yok herhalde. (Başka sorum yok hâkim bey diyerek vakar
bir edayla koltuğuma dönüyorum)
Hikâyede
Siddhartha kente yerleşince dünyevi kaygı, hırs ve eğlencelerin içinde yüzen
insanlara küçümseyerek bakar ama onlara imrenir ve onları ‘çocuk insanlar’ diye
nitelendirir. Sayfa 81’de şöyle bahseder; “…bu insanların hayatlarına
verdikleri öneme, sevinç ve korkuları coşkuyla yaşamalarına, o bitip tükenmeyen
sevdalanmalarındaki ürkek ama tatlı mutluluğa imreniyordu. Kendi kendilerine,
kendi kadınlarına, çocuklarına, onura ya da paraya, planlara ya da umutlara
sürekli sevdalanmış durumdaydı bu insanlar.” Bu sözler de aklıma başka bir
kitaptaki bir cümleyi getirdi. “Zamanın Farkında” adlı kitabında Şule Gürbüz bu
çocuk insanları yuvarlak topluluklar olarak nitelendirir ve sayfa 47’de onların
mutluluğuna imrenmeyi şöyle dile getirir “…Öyle bir topluluk var ki yuvarlak,
ortası şişkin, dış çeperi de ortaya dâhil. Ah yuvarlak toplulukların yuvarlana
yuvarlana aldıkları yol, ah yuvarlacıklığın içinde hiç kenarı köşesi acımayan,
kopmayan, vura vura helak olmayanlar, ah kendi sağı soluna batmayanlar, kendi
gözü kendini oymayanlar, ah yuvarlacıklar, en fazla bir tümseğe gelince
hafiften sekenler, buyurun, dünya sizin.”
Gelelim
beni büyüleyen bölüme; ırmağın öğretici öğe olarak işlenişine. Hikâyenin bu
kısmında ırmak kıyısında kayıkçılık yapan yoksul bir adamla karşılaşır. Bu
arada adamın ismi “Vasudeva” Kitapta bu ismi özenle seçmiş Herman Hesse, çünkü
Sanskritçe ırmak tanrısı demekmiş. Yoksul kayıkçı Vasudeva dinlemesini iyi
bilen bir karakter. Bu özelliği Siddhartha ile beraber okuyucuyu da büyülüyor.
Sayfa 106’da Vasudeva Siddhartha’ya şöyle der; “Öğreneceksin, ama benden değil.
Dinlemeyi ırmak öğretti bana, sen de ondan öğrenecekesin. Her şeyi bilir ırmak,
ondan her şeyi öğrenebilirsin…aşağılara yönelmenin, aşağılara inmenin,
derinlikleri aramanın iyi olduğunu da…” ve sayfa 107’de Siddhartha sorar, “Sen
de öğrendin mi o gizi, zaman diye bir şey olmadığını?” ve Vasudeva cevaplar,
“Sen şunu demek istedin sanırım: Irmak aynı zamanda her yerdedir, kaynadığı
yerde, döküldüğü yerde, çağlayanda, kayıkta, akıntı yerinde, denizde, dağda, aynı
zamanda her yerde ve onun için yalnızca şu an vardır, geçmişin gölgesi diye bir
şey bilmez ırmak, geleceğin gölgesi diye bir şey de bilmez.” Bu kitabın
günümüzde şimdinin gücünü anlatan kılavuz kitaplardan çok önce yazılmış
olduğunu hatırlatarak 108. sayfadan devam ediyorum; “…tüm varlıkların sesi,
onun sesinde saklıdır.” Sayfa 109’da “…yaşamın sesiydi bu, var olanın sesi,
dünya kuruldu kurulalı oluşum içinde olanın sesi.”
Kitabın
ilerleyen bölümünde Siddhartha’nın hayatı kendisinden apayrı şekilde algılayan
oğlunu olduğu gibi kabullenmek zorunda kalışı anlatılıyor. Bu önemli konuya da
değinmeden geçmemiş. Bu bölümde Siddhartha hakikati arayanın onu kendinde ve
herkeste bulacağını keşfediyor. Hakikati keşfedenin farklı bile olsa herkesi
olduğu gibi kabullenmesi gerektiği işleniyor.
Gerçekliğin
bir ırmak örneğiyle betimlendiği, kısa cümlelere kat kat bohçalar gibi derin
anlamların yüklendiği, bilmiş safsata değil apaçık bir öğretinin aktarıldığı bu
güzel kitabı okuyup ‘peh’ diye geçebilen insanlar da vardır muhakkak. Ben
onları elekten geçirip bir kenara ayırayım da, kalan diğerlerine sesleneyim.
Cümlelerin bohçalarını açtıkça hakikatin güzel yüzünü görenlere kitabın 99.
Sayfasındaki bir cümleyle sesleniyorum; “iyi bir iş başardın, yüreğindeki kuşun
şakıdığını işitip peşinden gittin!”