29 Aralık 2014 Pazartesi

DÜNYANIN EN BÜYÜK MUTLULUĞU BAŞLAMAKTIR

 “Dünyanın en büyük mutluluğu başlamaktır. Canlı olmak iyidir, çünkü yaşamak her zaman, her dakika yeniden başlamak demektir.” (Cesare Pavese – Yaşama Uğraşı Syf. 79)

Böyle diyor rahmetli İtalyan yazar kitabında. Gerçekten de hücrelerimizin tazelenip, bir sonraki zaman dilimine canlı olarak devam etmesi için yeni bir nefes almamız gerekir. Eski aldığımız nefes görevini başarıyla tamamlayıp, geçip gitmiş ve yerini yeni başlangıçlara, yepyeni nefeslere bırakmıştır. Oysa yaradılış tek nefeslik de olabilirdi. Hayal edince, evren öyle bir yapıda kurulabilirdi. Bir defa nefes alıp, tek nefesle tüm ömür geçebilirdi. Tıpkı iki kulak yerine alnımızın orta yerinde tek bir kulak tasarlanabileceği gibi. Fakat tasarımımız her an yeniden tazelenmek üzerine kurulmuş. Değişim ve yenilik hayatın her tasarımında gözlenen bir gerçek olduğuna göre, yaratıcının arzusu bu yönde demek ki. Ve yine demek ki değişim ve yenilenme bizim kendi öz gerçeğimiz.

Hal böyle iken biz yeniliklerden çok korkarız. Ödümüz kopar iş değiştirmekten, ev değiştirmekten, belki eş değiştirmekten. Bazen değiştirip her şeye yeniden başlarız. O zaman da çocuk gibi hevesli oluruz. Yeni bir şeye başlamanın mutluluğunu iliklerimizde hissederiz ama sonra yine her şey rutine girer. Bu defa yine rutinimizi kaybetmekten korkarız. Hiçbir heyecanımız kalmamış olsa bile.

İnsan kadar kendi doğasına ters akan, kendisiyle çelişerek yaşayan başka canlı yok. Başlamanın mutluluğu geçip gitse bile her an yeniden başlamayı akıl edemeyiz. Şimdi her şeyinizi terk edip, her şeye yeniden başlayın ve heyecanı yakalayın! Tabi ki şaka yapıyorum, böyle anlamsız bir laf edecek halim yok. Sizi süründüren koşullar olmadığı sürece tabi ki buna gerek yok. Bu çok saçma olurdu. Fakat daha saçması, heyecanı ve mutluluğu yeni bambaşka başlangıçlarda arayışımız. İlişkiniz kötü mü gitti (oysa ne emek vermiştiniz), bitirin gitsin, gelsin sıradaki! İşiniz sıkıcı mı, bırakın gitsin, ver elini yeni iş! Bu çok yorucu bir tutum doğrusu. Oysa değişim her nefeste saklıdır, her yeni kavramda değil. Yeni bir başlangıç demek zihnimizde kaderimizle ilgili yaptığımız seçim demektir. Ne demek mi istiyorum? Anlatayım efendim…

Hayatta mutluluğu ve heyecanı yanlış yerde arıyoruz demek istiyorum. Fakat gerçekten bir suçumuz yok bunda, çünkü anamız babamız dâhil, herkesten bunu görüp öğrendik. Gerçeğimiz olmuş bir kere, dolayısıyla kaderimiz olmuş (geçmişler ola). Gözümüzü başkalarının mutluluğuna öyle bir dikmişiz ki, elimizdekini hiç bilememişiz. Çocukluğumuzdan beri yarış atı gibi kıyaslanmışız. Bizden hep filancanın oğlundan daha zeki, falancanın kızından daha başarılı olmamız beklenmiş. Biz de gaza gelmiş gidiyoruz. Önceleri belki ebeveynlerimizi mutlu etmek için başlamışız buna ama sonraları o gazla devam etmişiz. Kıyaslamak ve suçlanmakla zehirlenmişiz bir kere. Oysa bir Allah’ın kulu da çıkıp dememiş bize; sen kendi özelliklerinle güzelsin diye. Bir sakin ol ve elindekileri keşfet yeter!

Yeni başlangıç, sahip olduklarının değerini ve güzelliğini yeniden görmek demektir. Her nefeste fark etmek yani. Hani Leyla ile Mecnun hikâyesinde sormuşlar ya Mecnun’a “Şu Leyla dediğin kara kuru, çirkin bir kız. Yahu ne buluyorsun bunda?” Mecnun cevap vermiş; “Siz ona benim gözümle bir bakabilseniz.” Mecnun’un bakışı olmasa Leyla dillere destan olur muydu? Hiç sanmıyorum. Şu anda yeryüzünde özel ilişkisi olan milyonlarca insanı hayal edebiliyorum. Eminim ki çoğunun sevgilisi Leyla’nın ta kendisi ama keşfedilmeyi bekliyor. Aslında bir de Leyla gibi bekleyen kendimiz varız. Kendimizi ne kadar keşfettik ki? Fakat sorun şu ki, Leyla’yı aramaktan Mecnun olduğumuzu unutmuşuz. İşte ben “başlamak” derken tam da bunu kastediyorum. Her nefeste yeniden başlatmamız gereken şey, kendi bakış açımızın ayarı.

Mutlu olmak için belki de hiçbir şeyinizi değiştirmenize gerek yoktur. Lütfen bir kez daha düşünün ve hayatınızı yenilemeye hazır olun. Bunun için her an bakış açınızın ayarını yapmak yeterli. Karşınızda sinirle bağıran birisi varsa, siz de elektrik akımına kapılıp gaza gelmeyin mesela. Onun sinirlenince yüzünün aldığı halin komikliğini yaşamayı tercih edin. İşler kötüye gittiğinde bu durumdan yakınmak yerine, hangi yanlış adımların sizi bu neticeye taşıdığını görmek için fırsat verin kendinize. Hayat aslında kuralları bilindiğinde çok eğlenceli bir oyun gibi. Aynı hataları tekrar etmek ve yine de akıllanmamak yerine, bir tanesinde hakikati görmek yeterli. Hatta kendimizin değil, başkalarının yaşadıkları bile bazı şeyleri görmemiz için yeter de artar bile. Üstelik sonunda bir de ölüm denen bir gerçeklik var (ne de çok unutuyoruz). Kendimizi değiştirmek, koşulları değiştirmekten daha kolay, çünkü bu elimizde, diğeri değil. Sizi bu seçimi yapmaya davet ediyorum. Göreceksiniz sular sizin tarafınızdan akmaya başlayacak.

Rahmetli İtalyan“Dünyanın en büyük mutluluğu başlamaktır. Canlı olmak iyidir, çünkü yaşamak her zaman, her dakika yeniden başlamak demektir.” derken belki bu yazdıklarımı kastetmedi. Ya da belki tam da bunu kastetti fakat kendini öldürmeyi tercih ettiğinde (otel odasında ilaç içerek öldü) bu sözlerini çoktan unutmuştu. Ama ben unutmamayı seçiyorum. Kendime her nefeste yeniden başlamaya, hayatı karşılamaya, hayatımın Mecnun’u olmaya söz veriyorum. Çok şükür seçim özgürlüğüm var. Kendime mutluluğu layık görüyorum. Nazar etme ne olur, düşün senin de olur.

Demet Yıldırım Durmuş 

ERMİŞ - HALİL CİBRAN

İnsan denen karmaşık varlığa bir kılavuz kitap daha. 1883 yılında doğmuş ve sadece 48 yıl yaşamış Lübnanlı yazar Halil Cibran’ın en beğenilen kitaplarından birisidir “Ermiş”. Hayatı boyunca yaşadığı acılar ve yoksulluğa rağmen tüm eserleri sevgi ve bilgelik doludur. Doğa ve insan sevgisi, toplumsal adalet ve eşitlik, varlıkların yaşamlarına saygı gibi konuları işler (bayıldığım konular). Bir dönem geçimini resim yapmakla sağlayan Cibran eserlerinde tıpkı Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery’nin “Küçük Prens” öyküsünde yaptığı gibi, kendi resmettiği figürleri kullanır. Kitabında kullandığı figürlerin tamamı insan bedenlerinden oluşur ve belki de sadece insani yönlerini vurgulamak istediği için çıplak resimlemiştir.

Halil Cibran doğulusunu da batılısını da büyülemiş bir yazardır. Altmışlı yılların çiçek çocuklarını, pek çok ardıl yazarı, hatta siyasetçileri bile etkilemeyi başarmıştır. Kitabın benim listeme girme sebebi çok net. Hakikat bilgisine âşık bir şahsiyet olan ben deniz, hakikatin izlerini okuduğum her satırda sürdüğüm, yazdığım her satıra döktüğüm için, onunla yatıp onunla kalktığım için, onu en güzel şekilde aktaran eserleri bulunca öpüp başıma koyuyorum. Seviniyorum ki, insanlık da böyle eserlere gereken değeri veriyor, bu yüzden çoğu da zaten klasikleşmiş oluyor. Bu takdir çoğunlukla yazarlar yaşarken gösterilemiyor ne yazık ki. Zaten iyi yazarlar yazmaya tutkun olduklarından takdir görmek gibi bir kaygılarının olmadığını düşünüyorum. Ha yaşarken takdir görselerdi güzel olurdu onlar için belki ama onlar eserlerinin ne kadar güzel olduğunu biliyorlar ve bu onlar için yeterli.

Ermiş baştan sona şiirsel bir dille yazılmış (aforizmalarla bezenmiş), ufak bir öykünün üzerine oturtulmuş bir felsefe sohbeti kitabı niteliğinde. Hakikat bilgisine sahip insanların diğer insanları düşünmeye sevk etmek için kullandıkları bu yöntem çok etkili. Tarih boyunca büyük düşünürler diyalog kitaplarıyla felsefelerini aktarmışlar. Bugün bile bu yöntem en hızlı yol. Ben de “Bilgenin Anahtarı” isimli kitabımda bu yöntemi kullandım. Bilgenin Anahtarı baştan sona bilen ve bilmeyen iki karakterin diyaloglarından oluşuyor ve yaşama dair her konuya değiniyorlar. Amaç bilgi aktarmaksa, bu yöntemle kurgulu bir romanda aktarılabileceğinden çok daha fazlası aktarılabiliyor. Kurgulu romanlarınsa yaşattıkları bambaşka şeyler var, o ayrı konu. Dönelim yine Ermiş’e… Kitap El Mustafa adında bir bilgenin kaldığı bir şehirden ayrılıp, evine dönmek üzereyken kentten insanların ona sorular sormasını konu alıyor. Sevgi üzerine, evlilik üzerine, çocuklar üzerine, din üzerine, yaşam şartları üzerine, insanlık üzerine, ölüm üzerine, daha pek çok konu üzerine sohbetler ediyorlar. Kitabın aktardığı bilgelik zaten yeterince doyurucu, fakat beni en çok büyüleyen tarafı oldukça kısa ve şiirsel oluşu. Hiç sıkmadan az sözle çok şey aktarıyor. Bu yüzden oldukça başarılı bir baş ucu kitabı niteliğinde.

Ne yazık ki mümkün değil ama içimden tüm kitabı size aktarmak geçiyor, çünkü kitap çok derin. Her cümlenin içinden matruşka bebekleri gibi yeni yeni fikirler doğuyor. Kitap avuç içi kadar (cep boyutu) ve sadece 121 sayfa fakat üzerine bir araba dolusu kitap yazabilirsiniz. Şimdilik size kitaptan işaretlediğim küçük parçaları aktarmakla yetineceğim.

Çocuklar üzerine (Syf. 34);
“Sizin diye bildiğiniz evlatlar gerçekte sizin değildirler,
Onlar kendini özleyen Hayat’ın oğulları ve kızlarıdırlar.
Sizler aracılığıyla dünyaya gelmişlerdir ama sizden değildirler.
Sizlerin yanındadırlar ama sizlerin malı değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi asla.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların vücutlarını çatabilirsiniz ama canlarını asla.
Çünkü onların canları geleceğin sarayında oturur ve sizler düşlerinizde bile orayı ziyaret edemezsiniz.
Kendinizi onlara benzetmeye çalışabilirsiniz ama onları kendinize benzetmeye kalkışmayın hiç.
Çünkü hayat ne geriye gider ne de geçmişle ilgilenir.
Sizler, evlatların birer ok gibi fırlatıldıkları yaylarsınız.
Yayı geren, sonsuza açılan yolda kendine bir hedef edinmiştir ve oklarını en uzağa eriştirebilmek için Kendi gücüyle sizleri gerer.
Yayı gerenin elinde seve seve bükülün.
Çünkü oku atan O güç, uzaklaşan okları sevdiği kadar elindeki sağlam yayı da sever.”
Bölümde ok fırlatan bir insan resmedilmiş, resimde yayı da anne baba ve ortalarında çocukları oluşturuyor. Cibran metninde “Hayat” ve “yayı geren” derken tanrıyı kastediyor. Tanrıyı hayatın ta kendisiyle özdeşleştiriyor. Hep dile getirdiğim gibi tanrıyı gökte bir yerlerde, yarattıklarından ayrı hayal ettiğimiz için inancımız sağlam temelden yoksun hayali öğelerin üzerinde duruyor. Bu yüzden en hafif rüzgârla bile yıkılıyoruz. Cibran’ın da dile getirdiği gibi çocuklarımızı kendimizin sanıyoruz mesela. Gerçek sahibinin tanrı (gökteki değil!) yani hayatın ta kendisi olduğunu unutuyoruz. Koskocaman bir yürek olarak doğmuş yavrularımızı, uçsuz bucaksız ufuktan alıp kendi dar duvarlı, küçük dünyamızın içine tıkıştırmaya çalışıyoruz. Sonra onların da bizim gibi bedenleri büyüdükçe yürekleri küçülüyor. Hepsi bize benziyor, çünkü esaret altında insanın kendi öz çiçeği açamaz. “Maya’nın Dünyası” isimli kitabımda buna Hintlilerin fillere yaptıklarından örnek vermiştim; yetişkin bir fili ağaca bağlasan zinciri kıracak, ağacı bile söküp atacak kudreti vardır. Bağımsızlığını ve gücünü bilen file bunu yapamazsın. Ama bebekliğinden itibaren ağaca bağlarsan, bir filin kendi gücü hakkında hiçbir fikri yoktur. Bağımsızlığı hiç bilmediğinden onu isteyemez bile. Asla kıramayacağını düşündüğü zincirle yaşamaktan zevk aldığını zanneder. Hayatı bu zanneder! Çocuklarımızın hayat algısını küçültürsek, sonsuza uzanan gerçeklik (tanrı da diyebiliriz) algısını da ufacık yapmış oluruz. Omuzlarının üzerinde taşıdığı, iki kulağının arasına (baş deniyor ona) koskoca bir evreni sığdırabilecek kadar yer varken, bir mezar kadar yere onu hapsediyoruz, üstelik bunu bilmeden beceriyoruz.

Görüldüğü üzere “Ermiş” denen bu kitabın bir sayfası bile bana bunları yazdırıyorsa, geri kalanının neye benzediğini siz düşünün. Hele evlilik, din, ölüm üzerine yazdıklarına girmemek için kendimi zor tutuyorum, çünkü metin epey uzadı. Malum insanımızın uzun metinleri okumaya karşı alerjisi var (bir süre sonra kaşıntı ve esneme yapıyor). Oysa düzenli okusa bir süre sonra ağır uykudan uyanacak belki de. Hakikaten de dünya üzerinde en ağır uyku insanınkiymiş. Fakat bir uyanırsa var ya, bir daha asla uyumazmış!

Halil Cibran’ın ermiş El Mustafa’sının cümleleriyle kapanış perdesini çekiyorum; sayfa 99’dan geliyor;
“Güzel (tanrı), bir aynadan kendini seyreden sonsuzluktur.

27 Aralık 2014 Cumartesi

İnsanın bütün dünyasının iki kulağının arasında olması, üstelik gelmiş geçmiş milyarlarca insan için aynı şeyin geçerli olması bence yaradılışın en büyük mucizesidir.

KÜRESELLİK

Küresellik diye bize yutturulan şeyin farkındayız. Hepimizin hızla eski anam babam, hatta ninem dedem kültürünü hor görüp, Amerikanvari hayata, kıyafete, ev dekorasyonuna, yemeğine, ilişki tarzına, aile yaşantısına büyük bir hızla (hem de fark etmeden) kaydırıldığımızın farkındayız (en azından ben ve benim gibi düşünenler). Efendim küçük Amerika olalım ki, onların mallarını tüketelim ve büyük sermaye grupları, dünya ekonomisini ellerinde bulunduranlar bize ürünlerini pazarlayabilsinler. Bunun için her aile bireyselleştirilmeli ki, geniş aileler dağılsın, evler ayrılsın; gelsin o evlere yeni buzdolapları, televizyonlar, bireysel arabalar ve daha neler neler. Aslında ben her bireyin bireysel özgürlüğünü sonuna kadar savunan birisiyim ama bireysel özgürlük başka, toplumun geleneksel kültürü bambaşka bir hadise. En büyük sıkıntımız da bu ikisini güzel ayıramamak zaten.

Değerli okuyucular, bireysel olarak kendinizi keşfediniz. Ne olduğunuzu tanıyınız ve hayata ne verebileceğinizi (hayattan ne alacağınızı demiyorum, tam tersi ne verebileceğinizi) keşfediniz ki, mutlu insanlar olunuz, böylelikle dünya üzerinde yaşayan diğer insanları da mutlu edebilesiniz ve unutmayın almak değil vermektir esas insanı mutlu eden. Kimsenin kimseyi sömürmeye, onun geleceğini, umut ve hayallerini avuçlarının içine almaya hakkı yok bu dünyada! Yaratan kudretin avucunda her can eşittir, hürdür ve yaratıcı kudrete inanan her din bunu savunmuyorsa art niyetlidir. Bu nedenle, kendinizi keşfedecek tüm engelleri ortadan kaldırmaya adayın kendinizi, bu dininiz bile olsa. Mutlaka sorgulayın. Hürriyetin bedeli ne yazık ki ağırdır. Uğrunda savaşacak kadar yürek ortaya koymayı gerektirir (hısım akraba tarihinizden, dünya tarihine kadar tüm tarih bilgisi bu bedellerle dolup taşıyor). Fakat hürriyeti elinden alınmış insanın evrimleşmesi bir hayvana kadar geri gitmiş demektir. İlk Homo Sapiens ortaya çıkana kadar geriye, milyonlarca yıl geriye gitmiş yani. Bu anlamdaki bencillikle sonuna kadar bireyselleşin. Bu küreselcilerin bize yutturduğu bireysellikle tam ters anlamdadır. İkisi kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır.

Gelelim toplumların geleneksel kültürüne. Kültür, bir buzdolabının keşfedilip, üretilip, pazarlanmasından çok daha eskiye uzanan köklere sahiptir. Binlerce yıllık bir mirastır ve her kültür endemik bitki gibi kendi alanında korunmalıdır. Doğa bilimcileri bitki çeşitliliğinin önemini iyi bilirler, onları korumak adına yerel bazı bitkilerin başka coğrafyalara taşınmasına sıcak bakmazlar. İnsanların kendi nesillerine aktardıkları kültür de dünya zenginliği bakımından böyle önemlidir. Ülkeler, coğrafyalarındaki azınlıklara bu sebeple gözleri gibi bakmalıdırlar. Zira böyle bir tutumla bütün halk bireyleri mutlu olacağından ülkede barış ve huzur kolay kolay elden gitmez ve kültürü mirası rahat korunur. Fakat kültür çoğunlukla çağa ayak uydurmaz. Burada genç nesillere çok görev düşüyor. Kendi kültürlerini yeniçağa adapte edecekler onlardır. Fakat bunu yaparken olumsuz birikimleri bırakıp, olumluları öteye taşımak ve adapte etmek esas olmalıdır, yoksa kan davaları da bitmez, çocuk evlilikleri de.

Küresellik dev patronların yutturduğuna göre, dünyanın her yerinde İngilizce konuşmak, kot giymek, hamburger yiyebilmek demektir. Gerçek küresel insan, gittiği yerlerde bunları değil, yerel kültürün yansımalarını arar; yemekte, giyimde, sokakta, her yerde. Ortak dil İngilizce’yi bilmek güzel bir şey. Hele bilgisayar dili de İngilizce olunca öğrenmek gerekli muhakkak. Fakat yabancı dili öğrenirken, ana dilinden vazgeçmek veya onu yozlaştırmak bambaşka bir boyut. Bunu güzel ayırmak gerekir diye düşünüyorum, çünkü ana dilini kaybeden kimliğini kaybeder. Canlılarda türlerin yok oluşları da tamamen bu çarpışmanın ürünüdür. Baskın olan ve adaptasyon becerisi yüksek olan kazanır, diğeri yok olur.

Uçuş hostesi olarak görev yaptığım yıllarda yabancı ülkelerde konakladığımızda ekip arkadaşlarımın çoğunun yiyeceklerini yanlarında getirdiklerine şahit olurdum. Oysa küresel insan farklı gelenekleri, çeşitlilikteki zenginliği görebilmeyi ister. Bu güzelliği bildiğinden kendi geleneğine de sahip çıkar. Cumbalı evlerini yakıp, yıkıp yerine rezidıns (residence) dikmez mesela. Cumbalıyı koruyup, süsler ki beğenilsin.

Benim küreselliğe ilk adımımı ortaokuldayken yazıştığım Japon mektup arkadaşım sayesinde atıım. Onun gönderdiği mektup ve hediyeleri hala saklarım. Öyle güzel bir kültür alış verişimiz vardı ki, sayemde nazar boncuğuna ve Aşkın Nur Yengi şarkılarına tutkusu olmuştu. Hatta şarkı nakaratlarını ezberlemişti anlamlarını bilmese de. Benim de onun sayesinde yemek çubuklarım (hashi) ve bol bol origamilerim olmuştu. Kâğıttan tek seferde katlayarak öyle çok şeyler yaparlar ki, aklınız durur. Kâğıdı sadece katlayarak kelebek, hatta cüzdan bile yapabilen bir kültürleri var. Kâğıttan turna kuşlarının da Japonlar için özel anlamı ve ayrı bir öyküsü var ama belki onu başka zaman anlatırım. Yeni bir kültürü çocukken keşfetmek müthiş bir coşkuydu benim için.


Seneler sonra Kyoto’da Japon mektup arkadaşım “Kayoko” ile buluşup Japon yemeği yemiştik. İki kız kardeş gibi sarıldık, yazıştığımız anılarımızı hatırlattık birbirimize. Yerde oturduğumuz geleneksel restoranda, kimonolu servis elemanlarının arasında konuşmak, birbirimizin mutlu olduğunu görmek çok mutlu etmişti bizi. İkimiz de gerçek küreseldik.   

26 Aralık 2014 Cuma

KUTLU DOĞUM HAFTASI

 
Dün İsa peygamberin doğum günüydü; "25 Aralık". Dolayısıyla kutlu doğum haftası diye tabir ettikleri bir haftanın daha içindeyiz. "Dostum, İsa bizim ümmetimizin peygamberi değil, Muhammed bizimki bilmez misin?" diye düşünüp soranlar için şöyle bir sözüm olacak; "Dostum, Muhammed peygamber dinini ilan ettiğinde gelmiş geçmiş tüm peygamberleri doğrulamış ve bir tekini bile kabul etmezsen dinini yalanlamış olursun demiş, bilmez misin?"
   
   Muhammed peygamberin doğum günü tüm İslam aleminde bin yılı aşkın süredir Hicri takvime göre kutlanmakta ve "Mevlid Kandili" diye adlandırılmakta. Hal böyle iken son yıllarda yetmeyip bir de Miladi takvime göre "kutlu doğum haftası" ismiyle tekrar kutlanmaya başlandı, duymayan yoktur sanırsam. Ben Çin (aslında eski Türk ve Kızılderili takvimi de diyebiliriz) takvimine göre de kutlanmasını talep ediyorum. O zaman ismi değişecek tabi, çünkü Çin takviminde doğum günü yılda değil, on iki yılda bir geliyor ve bir yıl sürüyor. "Kutlu doğum yılı" olarak kutlanmalı yani.
 
   İsa peygamber bunu öğütlemiş miydi bilemem ama Muhammed peygamber yüzünün resmedilmesini yasaklamıştı. Kafasını kullanmaya bayılan (!) İslam ümmeti bunu "resim yapmak yasaktır" noktasına kadar taşıdı (düşününce böylesi bir bükme büyük başarı ! - "Son akıl bükücüler" diye filmi yapılsa tutar bence). Muhammed peygamber getirdiği bilge öğretiye odaklanılması gerektiğini düşünüp, zaman içinde öğreti möğreti unutulup, resminin putlaştırılacağını çok iyi biliyor olmalıydı (peygamber bilmeyecek de kim bilecek?). Ama biz sevgili ümmeti ne yaptık, doğum günlerini hiç sektirmeden kutladık ama ne getirdiğini bir türlü anlamadık. Tıpkı Atatürk'e de aynısını yaptığımız gibi. O da dememiş miydi; "Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir; benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu yeterlidir" diye. Fakat bizim mutlaka resmini görmemiz ve mutlaka doğum günlerini kutlamamız gerekir, biz bundan anlarız (neyse ki senede bir, yoksa her gün her gün kutlanamaz - biraz zor olur)
 
   Peki kutlu doğum haftasında hatırladık, andık da diğer günler ne yaptık? Aklımıza bile gelmedi. Tıpkı beş vakitte tanrı huzurunda olduğumuzu düşünüp, tanrıyı hatırlayıp da diğer zamanlar unuttuğumuz gibi. Tanrıya inancımızda burnumuzdan kıl aldırmayız eyvallah ve beş vakit onun huzurundayız da ben merak ediyorum; diğer vakitler kimin huzurundayız? Dinimize sıkı sıkı sarılıp, peygamberimizin doğum gününü kutlarız, hatta haftası kutludur da diğer günler neden kutsuzdur? İsa gavurun peygamberidir de bizim değil midir? Onun doğum günü denince akla çam ağacı gelir ve onu süslemek zinhar haramdır.

   Bize bir gün değil, her gün bayramdır diyenlere benden selam olsun. Bayramımız kutlu olsun!

25 Aralık 2014 Perşembe

SİDDHARTHA – HERMANN HESSE

İnsan denen karmaşık varlığa kılavuz olacak kitaplardan biri budur bence. 85 yaşına kadar yaşamış, idealist romantik (bana mı benziyor ne?) diye adlandırabileceğimiz Rus kökenli Alman yazar Hermann Hesse bu eseriyle 1946 Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış. Kitabın kısaca öyküsü şu;
Hindistan’da geçen hikâyenin kahramanı Siddhartha gerçek bilgiye ulaşmak için babasının baskısına rağmen evini terk eder. Yakın arkadaşıyla birlikte yeni öğretilerle tanışırlar. Gezgin birer dilenci olarak hakikat arayışlarını sürdürürlerken Buda (Buddha) ile karşılaşırlar ve aralarında Budizm felsefesinin derinliklerine inen etkileyici bir sohbet geçer. Arkadaşı arayışını Buda’nın yanında sonlandırırken, Siddhartha’nın kuşkuları ve arayışı sonlanmaz. Fakat bilgelik yolunda pek çok şey öğrenmiştir. Bir süre sonra gezginciliği ve dilenciliği bırakarak bir kente yerleşir ve ticaret öğrenir. Küçümsediği kent kültürü ve kent sistemi içindeki vasat insanların zaafları zaman içinde Siddhartha’yı da kuşatır. Bilgelikten uzaklaşıp, gün geçtikçe aradığı gerçeklikten uzaklaşır. İntiharı düşündüğü, dibe vurduğu sırada tekrar yükselişi seçer ve sahip olduğu her şeyden vazgeçerek ırmak kıyısında kayıkçılık yapan yoksul bir adamla karşılaşır (aslında bu ikinci karşılaşmasıdır) ve onun yanına yerleşir. Irmak kayıkçıya, kayıkçı da Siddhartha’ya kılavuzluk etmektedir. Gerçek bilgiyi bulur ve aydınlanır.
Yaşamın hakikatini öğretmek için “ırmak” öğesinin seçilmiş olması beni gerçekten çok etkiledi. Ben hep hayatı denize benzetirdim ama sürekli akan bir öğe aslında zamanın akışını temsil edişiyle daha güzel bir örnek gerçekten. Heraklitos’un “aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın” sözünü hatırlatıyor bana. Her gün güneş aynı yerden doğar ama gün aynı gün değil, sen aynı sen değilsindir artık. Siddhartha’nın gerçekliği bulmak için nice yıpranması da bana kendi yolculuğumu hatırlatıyor. Bir şeyleri anlayıp sindirmek için önce ille de ateşte yanmak gerekiyor. Pişmeyince kokuyor insanoğlu. Fakat hızlı da pişmeyecek, yoksa yanar (delirir filan). Ağır ağır demlenince insan lezzetli oluyor doğrusu. Nasıl ki her meyve zamanında olgunlaşınca güzel oluyorsa, demli bir insan için de ortalama otuz – kırk yıl gerekiyor. “Farkındalık” aşağı yukarı oralarda bir yerlerde yoğunlaşıyor.
Gelelim kitaptan örnek pasajlara. Elimde kitabı şöyle bir karıştırdım, altını çizdiğim, not aldığım (ki hep böyle yaparım ve iyi ki de yaparım) yerlere baktım. Hah şunlar hiç fena değil;
“…çünkü düşünmek –öyle görünüyordu ona- nedenleri bilip tanımak demekti,…” (syf.46) Düşünüyorum öyleyse varım diyen Descartes’e selam olsun benden. İşte bu satırda da gördüğüm gibi insan kendini bilmeye geliyor bu dünyaya. En büyük tutkusu ve susuzluğu da bu yönde ki sayfa 47’de de şöyle bir cümle geçiyor; “Hikmetini ve içyüzünü öğrenmek istediğim şey, Ben’di…Ve dünyada kendim kadar, Siddhartha kadar az bildiğim başka hiçbir şey yok! ” (Ah ‘ben’ ah ‘ben’ ne çok seviyoruz ve aynı anda ne az biliyoruz seni!)
“Amaç ve töz (felsefede değişmez gerçek) nesnelerin arkasında bir yerde değil, onların içindeydi, her şeydeydi kısaca.” (Syf. 48) Bir de insanoğlu tanrıyı gökte bir yerlerde arar, oralarda hayal eder ya… Sanki ondan ayrılabilirmiş gibi. “Ne ararsan kendinde ara” laflarını duyar ama işitmez. “İlim kendin bilmektir” diye okur ama anlamaz. Yunus’un dediği gibi “Var sen de gel biraz oyalan.”
“Belirlediği hedef kendine çeker onu, çünkü hedefin onu alıkoyacak hiçbir şeyin ruhundan içeri sızmasına izin vermez… Cinlerin başının altından çıkan hiçbir şey yoktur, cinler yoktur çünkü. Herkes büyü yapabilir, herkes belirlediği hedefe ulaşabilir, yeter ki düşünmesini, beklemesini ve oruç tutmasını (sabretmeyi) bilsin.” (Syf. 67) Uzun yıllar boyunca marangozluk yapıp, bir gün tüm emeğinin üzerine çizgi çekip, sıfırdan balıkçılığa başlayıp, denizlere açılan adamın öyküsünü hatırlattı bana. İnsan hedefini kendi içinde taşır ama onu okuyana kadar başkalarının hedeflerinin üzerinde dolanır durur. Trafiği de meşgul eder üstelik. Güzel arkadaşım sen denize, balıkçılığa tutkunsun, ne diye marangozların piyasasını meşgul edersin? Ha şunu bileydin! Ama ille de yanacak insan, sonra akıllanacak. Gelelim Hermann’ın güzel tespitine; cin min yoktur. Vardır da tıpkı göklerde tanrı arayan insanoğlunun hayal kurduğu gibi değil… Cin sensin ey salak marangoz! Balıkçı olana kadar cin sendin. Yaktın yandırdın ne yazık ki.
“Herkes kendinde olan şeyi verir…” (Syf. 70) Benim kendi kitabımda sarf ettiğim bir cümle var; neyle doluysa demlik, onu verir ibrik. Başka ne verebilir ki? Verebileceğimiz her şey iki kulağımızın arasına sığmış durumda. Orayı doldurup, oradan boşaltıyoruz. Mideni neyle doldurursan hücren odur. Aklını neyle doldurursan cümlen odur yani. Doğru laf ettim şimdi, bunun da mı altını çizsem acaba?
“…bütün bu işlere, bir oyun gözüyle bakıyor…” (Syf. 71) ve benzer anlatım; “Her defasında garip bir ömür sürdürdüğünü, tümü de yalnızca oyun olan pek çok şey yaptığını, neşe ve bazen haz içinde vakit geçirmesine karşın gerçek hayatın ona hiç dokunmaksızın yanı başından akıp gittiğini düşünüyor…” (Syf. 76). İşte benim bakış açım! Ey yolcu, iki kapılı bir hansa bu, yaşadığın hiçbir şey kalıcı değil. Borç içinde mi kıvranıyorsun? Kalıcı değil. Sevgilinin aşkından ölüyor musun? Kalıcı değil… Atatürk’ün köşküne astırdığı bir hat yazısı var belki duymuşsunuzdur. Hat öyle güzel işlenmiş ki, kâğıdı ters tutsan da düz tutsan da aynı şey yazıyor; ‘Bu da geçer ya Hu’ Bu felsefe aslında hayatımızın içinde ve hatta hayatın ta kendisi. Niye mi öyle söylüyorum? Kırkpınar çığırtkanına kulak verelim; ‘Altta kaldın diye üzülme, üste çıktın diye sevinme’ Peki neden? Çünkü hayat bir oyun; ‘Bu da geçer ya Hu’.
Hermann Hesse’nin “Siddhartha” eserini neden bu kadar çok beğendim ve neden bu kadar uzun yazıyorum biliyor musunuz? Çünkü yaşama dair bu kadar çok şeyi bu kadar ince (hepsi toplam 148 sayfa) bir kitaba, üstelik güzel bir öykü işleyerek sığdırmasına hayran kaldığım için. Bakın sayfa 72’de cinsellik konusuna değinmiş ve neler demiş; “Sevgide henüz bir çocuk sayılan ve körü körüne, doymak bilmeksizin dipsiz bir uçuruma dalar gibi sevi hazlarından içeri dalmaya heveslenen Siddhartha, haz vermeden haz alınamayacağını, her jestin, her okşayışın, her dokunuşun, her bakışın, ne kadar küçük olursa olsun vücuttaki her köşenin kendine özgü bir gizle donatıldığını, bu gizi keşfetmenin keşfeden kişiyi mutlu kılacağını öğrendi Kamala’dan. Ayrıca bir şeyi daha öğrendi: Her sevi şenliğinden sonra sevgililer birbirlerinden, biri ötekine hayranlıkla bakmadan ayrılmamalıydılar; hem yenmiş hem yenilmiş olmalı, herhangi birinde aşırı doymuşluk ya da bıkkınlık duygusu uyanmamalı, sömürdükleri ya da sömürüldüklerini hissetmemeliydiler.” Cinsellik konusunda yazmak istediğim şeylere dokunmuş Hermann Hesse ama benim yazacaklarım bunlarla sınırlı değil. Özellikle yurdumuzda her güzel ve narin konu gibi tabu haline getirilmiş cinsellik konusunda sıkı bir öykü yazmayı planlıyorum. Tasarladığım öykü hakkında küçük bir ipucu vereyim; hamile kalıp çocuk dünyaya getiren bir kadına “bakire” denebiliyorsa (hiç itiraz etme bakire Meryem’i kutsal kitaplar yazıyor, ben uydurmadım) demek ki bekâret yanlış yerde aranıyormuş. Tıpkı orospuluğun cinsiyeti olmadığı ve yine yanlış yerde arandığı gibi…
Biz yine dönelim kitaba… Sayfa 77’de öyle laflar ediyor ki, her cümlesi bir kitap konusu. Değerli yazar Ömer Polat aynı cümleyi benim “Bilgenin Anahtarı” isimli kitabım için de kurmuştu. Doğası gereği bu gerçeklik konusu öyle bir konu ki derinliği indikçe inilen bir hazine gibi. Bu sebeple gerçeklik keşfedildikçe anlatılacaklar bitmiyor bir türlü. Allah Kuran’da diyor ki (Lokman Suresi Ayet 27); “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsaydı, deniz de yedi denizle birlikte mürekkep olsaydı yine de Allah’ı anlatan sözler bitirilemezdi”… Gökyüzü tahtında oturan tanrı hayalini zihinlerden silip, Kuran’daki her Allah kelimesini ‘gerçeklik’ veya ‘hakikat’ sözcüğüyle değiştirerek okursanız, kitap o zaman bir şeyler söylemeye başlıyor. Zaten “oku” diye başlayan bir kutsal kitabı Türkçesiyle anlayarak okuyanlar “insan”, “ikra” yani Arapçasıyla anlamadan okuyanlar “papağan” oluyor. Bir de Arapça şivesiyle okursan eğer rengârenk bir papağan oluyorsun; sonra televizyon kanalları, hutbeler derken köşeyi dönüyorsun. İstersen kazandığın parayla ‘Jet Ski’ alırsın, istersen sarışın hosteslerine ‘kediciklerim’ dersin, dilersen Amerika’da köşkün bile olur. Bu memleket küçük Amerika zaten, “fırsatlar ülkesi”. Biz yine kitabımıza dönelim. Sayfa 77’de diyor ki, “…içinde dingin bir yer, sığınılacak bir yer var, ne zaman istersen benim gibi oraya çekilebilir, kendini kendi evinde hissedebilirsin. Pek az insanda vardır bu, oysa herkes buna sahip olabilir.” Büyük ihtimalle çevirenin hatası var burada diye düşünüyorum, çünkü son cümle şöyle olunca daha anlamlı oluyor; pek az insan bulmuştur bunu, oysa herkes buna sahip olabilir. Böyle daha anlamlı. Bu konu öyle bir hazinedir ki, anlatabilmek için bir kitap yazmam gerekir. Ama özetle diyebilirim ki, ‘ne ararsan kendinde ara’ veya ‘bir ben var benden içeri’. Tanrının vaat ettiği kutsal toprakları nerde bulacağının işareti bu. Yine gökyüzünde hayal edilen cennet hayalleri yanıltıcı maalesef. Gerçeği bambaşka. Görüldüğü gibi cennete girenler bu limanı bulanlardan oluşuyor. Daha da ilginç; cennetliklerin isimleri bazen Johnny, bazen Ayşe, bazen Takatoshi olabiliyor. Hani Müslüman’dan başkası cennete giremezdi ya, bence Müslüman’ın kim ve Müslümanlık’ın ne olduğunu pek iyi anlayamadık. Fakat hayallerimiz zihnimizi öyle bir doldurmuş ki, gerçekle dolmak için önce demliği boşaltmak gerek. Malum, neyle doluysa demlik, onu verir ibrik. Sayfa 77’den devam ediyoruz. Diyor ki, “…İnsanların büyük çoğunluğu düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgâr varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar.” Bu sözler bana derhal okuduğum bir ayeti hatırlattı. Bu paragrafta madem çoğunlukla dinden ve kutsal kitaptan örnekler verdim, paragraf sonuna kadar bu tutuma devam edeyim bari. Lütfen bu sözleri Nur Suresi 35. Ayetle karşılaştırır mısınız? Kolay anlaşılması için kendi tercüme metodumu parantez içinde veriyorum. Şöyle ki; “Allah göklerin ve yerin ışığıdır. (Hakikat insanın iç dünyasının ve günlük yaşamının rehberidir.) O’nun ışığının örneği; içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam kap içindedir. O cam kap da sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir. Yakıtı ne batıya, ne doğuya bağıntısı olmayan, zeytinyağı üreten bereketli bir ağaçtandır. Yağı neredeyse ateş değmeden aydınlık verir. Parıl parıl parıldar, ışık üzerine ışıktır. Allah dileyen herkesi ışığına ulaştırır. İşte Allah insanlara böyle örnekler verir.” Daha fazla söze gerek yok herhalde. (Başka sorum yok hâkim bey diyerek vakar bir edayla koltuğuma dönüyorum)
Hikâyede Siddhartha kente yerleşince dünyevi kaygı, hırs ve eğlencelerin içinde yüzen insanlara küçümseyerek bakar ama onlara imrenir ve onları ‘çocuk insanlar’ diye nitelendirir. Sayfa 81’de şöyle bahseder; “…bu insanların hayatlarına verdikleri öneme, sevinç ve korkuları coşkuyla yaşamalarına, o bitip tükenmeyen sevdalanmalarındaki ürkek ama tatlı mutluluğa imreniyordu. Kendi kendilerine, kendi kadınlarına, çocuklarına, onura ya da paraya, planlara ya da umutlara sürekli sevdalanmış durumdaydı bu insanlar.” Bu sözler de aklıma başka bir kitaptaki bir cümleyi getirdi. “Zamanın Farkında” adlı kitabında Şule Gürbüz bu çocuk insanları yuvarlak topluluklar olarak nitelendirir ve sayfa 47’de onların mutluluğuna imrenmeyi şöyle dile getirir “…Öyle bir topluluk var ki yuvarlak, ortası şişkin, dış çeperi de ortaya dâhil. Ah yuvarlak toplulukların yuvarlana yuvarlana aldıkları yol, ah yuvarlacıklığın içinde hiç kenarı köşesi acımayan, kopmayan, vura vura helak olmayanlar, ah kendi sağı soluna batmayanlar, kendi gözü kendini oymayanlar, ah yuvarlacıklar, en fazla bir tümseğe gelince hafiften sekenler, buyurun, dünya sizin.”
Gelelim beni büyüleyen bölüme; ırmağın öğretici öğe olarak işlenişine. Hikâyenin bu kısmında ırmak kıyısında kayıkçılık yapan yoksul bir adamla karşılaşır. Bu arada adamın ismi “Vasudeva” Kitapta bu ismi özenle seçmiş Herman Hesse, çünkü Sanskritçe ırmak tanrısı demekmiş. Yoksul kayıkçı Vasudeva dinlemesini iyi bilen bir karakter. Bu özelliği Siddhartha ile beraber okuyucuyu da büyülüyor. Sayfa 106’da Vasudeva Siddhartha’ya şöyle der; “Öğreneceksin, ama benden değil. Dinlemeyi ırmak öğretti bana, sen de ondan öğrenecekesin. Her şeyi bilir ırmak, ondan her şeyi öğrenebilirsin…aşağılara yönelmenin, aşağılara inmenin, derinlikleri aramanın iyi olduğunu da…” ve sayfa 107’de Siddhartha sorar, “Sen de öğrendin mi o gizi, zaman diye bir şey olmadığını?” ve Vasudeva cevaplar, “Sen şunu demek istedin sanırım: Irmak aynı zamanda her yerdedir, kaynadığı yerde, döküldüğü yerde, çağlayanda, kayıkta, akıntı yerinde, denizde, dağda, aynı zamanda her yerde ve onun için yalnızca şu an vardır, geçmişin gölgesi diye bir şey bilmez ırmak, geleceğin gölgesi diye bir şey de bilmez.” Bu kitabın günümüzde şimdinin gücünü anlatan kılavuz kitaplardan çok önce yazılmış olduğunu hatırlatarak 108. sayfadan devam ediyorum; “…tüm varlıkların sesi, onun sesinde saklıdır.” Sayfa 109’da “…yaşamın sesiydi bu, var olanın sesi, dünya kuruldu kurulalı oluşum içinde olanın sesi.”
Kitabın ilerleyen bölümünde Siddhartha’nın hayatı kendisinden apayrı şekilde algılayan oğlunu olduğu gibi kabullenmek zorunda kalışı anlatılıyor. Bu önemli konuya da değinmeden geçmemiş. Bu bölümde Siddhartha hakikati arayanın onu kendinde ve herkeste bulacağını keşfediyor. Hakikati keşfedenin farklı bile olsa herkesi olduğu gibi kabullenmesi gerektiği işleniyor.

Gerçekliğin bir ırmak örneğiyle betimlendiği, kısa cümlelere kat kat bohçalar gibi derin anlamların yüklendiği, bilmiş safsata değil apaçık bir öğretinin aktarıldığı bu güzel kitabı okuyup ‘peh’ diye geçebilen insanlar da vardır muhakkak. Ben onları elekten geçirip bir kenara ayırayım da, kalan diğerlerine sesleneyim. Cümlelerin bohçalarını açtıkça hakikatin güzel yüzünü görenlere kitabın 99. Sayfasındaki bir cümleyle sesleniyorum; “iyi bir iş başardın, yüreğindeki kuşun şakıdığını işitip peşinden gittin!”

24 Aralık 2014 Çarşamba

"Bilgenin Anahtarı" isimli kitabımdan bir parça:

Aşk kelimesi “Ş” harfinin altındaki noktadan çoğalmıştır. Nokta aşkın kendisidir ama görünüp, bilinmez. Görünmezlikten kurtulup, bilinir olmak için “AŞK” kelimesi çoğalmıştır. “Ş” aşkın ortaya çıktığı ilişkinin özetidir ve iki taraflı sınırsız akışı anlatır. Tarafların arasındaki bağdır. Bu bağ iki âşık taraf “A” ile “K”yi birbirine bağlar. "A" ve "K" ise aşk iç dünyada kendisini açığa çıkarıyorsa "Allah" ile "Kul", dış dünyada ise "Adam" ile "Kadın"dır. Bir uçta “A” aydınlık, diğer uçtaki “K” karanlık birbirini arzular. Birbirlerini bulunca birbirlerinde yok olup “Ş” nin altındaki noktaya, aşkın kendisine dönerler ve aşkın kendisi olurlar. Böylece aşkın devresi tamamlanır.

22 Aralık 2014 Pazartesi

SÖYLESENE DELİ KIZ

Deli kız Leyla'yı çirkin mi gördün?
Uğruna dağlar delinmez mi sandın?
Hızır'ın çıkagelmesine mi şaştın?
Sendeki gemiyi delemez mi sandın?
Hazinenin yerini kimden sordun?
Bulunca üstünü duvarla mı örttün?
Söyle gönül bahçene kaç gül ektin?
Onların kokusunu bülbüle mi sordun?
Bülbülün kalbini dikenle mi deldin?
Kanının rengini gülüne mi verdin?
Gülün kokusunu içine mi çektin?
Çıkan nefesini Ney'e mi üfledin?
Üfledin de deli kız söylesene
Sesinin sahibini kendin mi sandın?


26.07.2011

MASUM CİNAYET

Dünyanın en masum cinayetini işledim bugün
Öldürdüm sevdiklerimi birer birer
Ama amacım kötü değildi
İnsanoğluyuz işte hepimiz çiğ süt emmiş
Anlamayız değerini güzel şeylerin
Onları kaybetmeden
İşte bu yüzden sevdiklerim
Siz bu dünyadan göçmeden
Ben yok ettim sizleri zihnimde
Her bir toprak atışımda üstünüze
Canlanan sevgime
Kendim bile şaşırdım
Sizi bu gönül toprağıma
Ebediyen kapattım


04.03.2014

ÖYLE BÖYLE

Çok güzelsin öyle olduğunda
Böyle olduğundaysa öyle böyle
Ama güzelsin diyemem asla
Ne öyle ne böyle olduğunda
Seni daima severim bilirsin
Öyle de böyle de her nasılsa


02.12.2014

20 Aralık 2014 Cumartesi

YİTİK ŞEHİR

Mısralarım yitik bir şehirdi
Yetenek denizinin dibinde yatan
Hani gözünün önündekini bir türlü
Göremez ya insanoğlu
Ben de denizimi göremedim yıllarca
Görsem de ne fark eder ki
Kim dalacak diplere şimdi?
Bir yerden başladım işte
Daldıkça gördüklerime inanamadım
Çıkardığım mısralar
Şehrin bir sokağı kadar
Ama tuttuğumu çıkardım
Nefesimin yettiği kadar


20.12.2014

19 Aralık 2014 Cuma

BULMAK İSTERSEN EĞER

Sonsuzluğu aşkın sayılarda değil
Küçücük bir noktada ara
Gerçeği başka dillerde değil
Kendi sözlerinde ara
İbadeti beş vakitte değil
Bütün bir ömürde ara
Yalnızlığı dağ köyünde değil
Kalabalık bir şehirde ara

Hasretiyle kavrulduğun sevgiyi
Bulmak istersen eğer
Başka insanlarda değil
Kendi kalbinde ara


20.12.2014

14 Aralık 2014 Pazar

DENİZKIZININ ŞİİRİ

Ben bu aşkta neye tutkunum biliyor musun?
Senin beni sevme ihtimaline değil
Senin beni sevmeme ihtimaline rağmen
Benim seni sevme ihtimalime tutkunum


02.03.2011

O AN

“An”ın içine düşüyorum yine
Öyle derinleşiyor ki birden
Küçücük bir kız çocuğunun çığlığı oluyorum
Sonra yetişkin bir kadının aynadaki bakışları
İkisinin arası bir şimşek hızı

“An”ın içine düşüyorum yine
Giden gelen dalgalarını görüyorum
Yaşam denen denizin
Dalga sandığım anlarıma gülüyorum
Şimdi deniz olduğumu görünce
“An”ın içine düşüyorum yine


10.12.2012

13 Aralık 2014 Cumartesi

YAĞMUR

Çok şey öğrendim
Ama ömür bitti yazık
Keşke daha önce bilseydim
Tüfeğin de kadının da ihmale gelmediğini
Birinin tutukluk yaparken
Diğerinin patladığını

Keşke daha önce öğrenseydim
Tanrının vaat ettiği güzelliği
Öteki dünyada değil  
Yağmurda sakladığını


13.12.2014

VUSLAT

Ne güzel varmış gibi göstermişsin zamanı ve mekânı
Ne güzel varmış gibi inandırmışsın âlemleri ve dünyayı
Bunlarla bilip bildirmişsin yürekte özlemi
Vuslatla cümlesini aşk etmişsin


31.07.2011

RÜYA

Bana bir rüyanı anlatmıştın
Hani kırmızı bir meyve bulmuştun
Sonra onu bütünüyle yutmuştun
Çok geçmeden geri kusmuştun
Uyanınca huzursuz olmuştun
Sonra anlamını bana sormuştun

Bugün anladım anlamasına da dostum
Açıklarsam bozulur musun?


22.11.2014

MADA SRET (Ters adam)

Ters adam
Namı diğer mada sret 
Yatağından düz kalktığını sanırdı
Dünya çakılıydı onun için, evren dönerdi
O düz konuşurdu da
Yok efendim hâşâ, biz ters anlardık
Sular ters akardı, hay aksi!
Oysa onun yönü düzdü
Ne çok severdi
Aynadaki aksini
Aksi gibi bizi pek sevmezdi
Aksine biz de çok severdik
Mada sretin aksini
Kim olacağımızı o zamanlar bilmezdik
Ama kim olmayacağımızdan emindik


05.11.2014

HAYVANSEVERE ŞİİR

Hayvanseverim diyen sen
Evet evet sana söylüyorum
Okşadığın köpeğin
Sırtındaki keneyi
En çok o köpek kadar
Sevemiyorsan arkadaş
Köpekseversin ancak
Hayvansever değilsin

15.03.2011


MEZARINDAN LAF ATAN ÖLÜ

Hişt kızım sana diyorum
Hey oğlum baksana
Telaşı bırak da bir kulak ver
Yavrum beni iyi dinle
Bu dünyada ölüm var çocuğum haberin var mı?
Bu dünyada ölüm var


23.11.2014 

MASAL

Bir varmış
Bir yokmuş
Bir masalın içinde masalmışım
Zaman içinde zaman
Mekân içinde mekân
Bir ben varmışım
Bir de sen
Bir ben yokmuşum
Sadece sen
Bir sen varmışsın
Biri varmış
Biri yokmuş

26.09.2012

KIRIK KALP

Boşandığından beri
Dört çocuğuyla yalnızdı
Yersiz kahkahalar atardı
Çatlaksın dediler
Doktora gitti
Kırık çıktı
Kırıklarını aldırdı mı bilmiyorum


03.12.2014

ÇAP-I ÂLEM ve LİSAN-I ÂDEM

Ah bir bilseler...
Neler anlatmak istiyorum neler?
Ama ne acı, insan kelimelere mahkûm!
Oysa anlatmak istediklerim için,
İnsanlık henüz kelimeler bulamamış.
Ne kadar varsa kelimesi bir lisanın
O kadar mı olmalı dünyası insanın?

11.12.2011


ÇIĞIRTKANIN ŞİİRİ

Zaman akışkandır
Dünya devingen
Cahil sürüngendir
Genç atılgan
Aşk doğurgandır
Kalp kırılgan
Toprak yalıtkandır
Doğa üretken
Hırs saldırgandır
Heves değişken
Doğu çalışkandır
Batı bezirgân
Türk unutkandır
Deli kız çığırtkan


14.04.2011

YALNIZLIK (Orhan Veli'nin Anısına)

Yalnızlıktan çok çekti
Nasırdan çektiği kadar
Yalnızlık anlatamayınca değil,
Anlaşılamayınca başlıyormuş
Bunu anladığı o ilk gün
Ayağındaki nasır da
İlk defa zonklamıştı
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye


12.10.2014

İSTER

İstersem böyle yazarım şiirimi
İSTERSEM BÖYLE
Ben nasıl istersem öyle yazarım.
İstersen öyle anlarsın şiirimi
İSTERSEN BÖYLE
Sen nasıl istersen öyle anlarsın.


29.10.2014

SEN ve BEN

Sen ve Ben
Tuhaf bir bilmece gibiyiz
Sen; gerçek sen, olmak istediğin sen ve ortaya koyduğun sen
Sen hangi seni seviyorsun?
Ben hangi seni seveyim?
Ben; gerçek ben, olmak istediğim ben ve ortaya koyduğum ben
Hangisiyle seveyim?
Peki ya sen, hangi beni seviyorsun?
Hangi beni hangi senle görüyorsun?

Hani gözlerimin içine bakan sen var ya...
Hani beni seninle baş başa bırakan sen…
Söyle ona diğerleri gitsin, yalnız o kalsın
Ama incitme diğerleri kırılmasın


28.10.2014

SEVMEYİ BİLMEYEN ÇOCUK

Nijerya’nın başkentini iyi biliyordu
Pasinler savaşının tarihini de
Ama sevmeyi bilmiyordu çocuk

Çilli, yeşil gözlü, zayıf şu kız
Ne zaman sınıfa girse heyecanlanırdı çocuk
Unuturdu o an İtalya’nın yüzölçümünü
Sınıfta yalnız kaldılar bir gün
Yanına yaklaştıkça aklı karıştı
Sonra daha da yaklaştı
Kızın karnına sıkı bir yumruk indirdi
Keşke Çin’in nüfusunu iyi bilmeseydi


12.10.2014

MİNİK KIZ

Dünyaya gelen o minik kız
Bakar yüzlerine şaşkın
Karanlık insanların
Bilmez ne aradıklarını
Arayıp bulamadıklarını
Oysa süzülürken yanaktan
Öylece parlıyordur aranan
Bilmez gizlendiğini aşkın
İçinde gözyaşlarının


16.04.2011