30 Mart 2015 Pazartesi

RÜYA

Bana bir rüyanı anlatmıştın
Hani kırmızı bir meyve bulmuştun
Sonra onu bütünüyle yutmuştun
Çok geçmeden geri kusmuştun
Uyanınca huzursuz olmuştun
Sonra anlamını bana sormuştun

Bugün anladım anlamasına da kuzum
Açıklarsam bozulur musun?


22.11.2014

25 Mart 2015 Çarşamba

KÖRLÜK

Sen körlüğü gözlerde sandın
Gönlün körlüğü yanında
Gözlerinki nedir ki?


25.03.2015

SORUYORUM

Uzak mı düşersin sevgiliden
Uzaklara gidince?
Susar mı acıların
Dişlerini sıkınca?
Peşine düşmez mi geçmişin
Köye yerleşince?
Geçer mi hastalığın
Geçmiş olsun denince?
Kaybolur mu dünyan
Gözlerini yumunca?
Susar mı Demet hiç
Yüreği konuşunca?


29.04.2011

Sahibini Bekleyen Mektuplar (kesit)

"Neyse efendim gelelim zaman konusunda yorulan kafalara. Eğer zamanı kalp atış sayınızla, kolunuza taktığınız mekanizmanın akışıyla, adet görme sıklığınızla, üst üste yığdığınız yıl rakamlarıyla, yüzünüzdeki kırışıklıklarla, doğan çocukların uzayan boylarıyla ölçüyorsanız yanlış yerde aradığınızı söylemeliyim. Bana inanmıyor musunuz, öyleyse ahretten gelin bir bakın ne demek istediğimi anlarsınız. Sizin o “zaman” sandığınız şey, sizin bedenleriniz gibi gelip geçmeye mahkûm bir hayal. Yani kalıcı olmayan bir şey. Zamanı geçirirsiniz, son nefese kadar dakikaları, saniyeleri sayarsınız ama bir de bakmışsınız hiç yaşamamışsınız. Ölü doğum gibi bir hayat olmuş çıkmış. Yaşınız belki yüze ulaşmış, bedeniniz kırışmış, günler anılar birikmiş ama kalıcı olanı hiç görememişsiniz. “Beni göremezsin!” demiş hayat size.
Görevi kitap okumak olan bir çocuğa babası sayacı başlatsa, çocuk eğer o kitabı okumaya niyetliyse, o kitabı bitirdiğinde baba için sayaçtaki rakamların bir önemi yoktur. Ama çocuk her kime çektiyse ve okuduğunu anlamıyorsa veya aklı tam olup da okumaya hiç niyeti yoksa sayaç sürekli başlatılmak zorundadır. Baba sayısız defa sayacı başlatmak zorunda kalır, bu da çok zaman demektir. Ancak okuyup kitabın içine girdiğinde zamanı durdurmuştur çocuk. Kalıcı zamana ulaşmıştır.
Size akıp gidiyor gibi görünen zamanı durdurabileceğinizi söylemeye çalışıyorum. Sadece durdurduğunuz zamanlarda yaşayabilirsiniz diyorum. Akıp gidenlerde değil. Ne kadar çok durdurursanız, ömrünüz o kadar uzun olur diyorum. Bunun için Hintlilerin yaptığı gibi kan dolaşımını yavaşlatmak gerekmiyor. Bu da şu demek oluyor; ömür sanıldığı gibi rakamsal uzunluğuyla ölçülmüyor. Bu ölçü yanıltıcıdır. Ömür denen şeyin gözün görmediği bir derinlik boyutu var, benim bulunduğum tarafta bu ölçü kullanılıyor." (Sahibini Bekleyen Mektuplar)

Sahibini Bekleyen Mektuplar'dan bir kesit

Doğmanın tek bir amacı var, o da ölmek dedik ya. Doğumunun sancısını da sevincini de annen yaşarken, ölümünün sancısını da sevincini de sen yaşıyorsun. Annen için doğum sancısı bir anlıkken, senin için ölüm sancısı bir ömür. Annen için doğum sevinci bir ömürken, senin için ölüm sevinci bir an. Belki bunun detaylarını sonra anlatırım…

Sahibini Bekleyen Mektuplar (kesit)

"Yaşarken gördüğüm en etkileyici rüyamı hatırlıyorum şimdi. Aferin küçük kız diyorum kendime. Aferin değil, “Afferim be!” diyorum. O küçük kıza, böyle bir rüyayı kendine gösterecek bilinçaltı, bilinç üstü, bilinç ortası her neredeyse gerçekliğin oradaki dehanı açığa çıkarmışsın diyorum şimdi. Büyük keşifler yapan tüm dahiler gibi önce onu sezmişsin. Ölümü anlaman gerektiğini iyi ki sezmişsin küçük kız. Afferim sana! Rahmetli anneannenle konuşmuştun. Kör göze parmak sokmuştun, anneannenin gözüne. “Sen öldün ya,” demiştin, “Ölenler Allah’ı görürmüş, bana anlatır mısın?” Bir ölüye sorulacak en seçkin soruyu tam on ikiden vurmuşsun küçük kız. “Bedenin nasıl çürüdü?”, “Ölüm korkunç mu?”, “Dedem dizisinin sonunu gördü mü?”, ”Cennete mi gittin, cehenneme mi?” gibi soruları hızla geçip, hedeftekini soracak kadar akıllıymışsın. Oysa o yaşlardaki halini iyi hatırlıyorum, “Şaban” karakteri kadar aval görünen bir şeydin sen. Kimseyle doğru düzgün iletişim kurmayı beceremeyen, herkese yabancı ve yalnız bir çocuktun. Hiçbir zaman havalı, gösterişli olamadın. Buna elindeki malzemenden çok inanmayışın engel olmuştu. Havalı, kibirli, gösterişli olmayı kendine yakıştıramadığın, giydiğinde nasıl davranacağını bilemediğin, asla giyemeyeceğini hissettiğin bir elbise gibi görmüştün. Ha özenmemiş miydin o elbiseye? Özenmiştin ama iyi ki de giyememişsin. Giysen taşıyamayacağını bildiğinden korkmuştun; uzak durdun. Aksi olsaydı, o elbiseyi giyinen niceleri gibi bir de üstüne yakıştırırdın ve hep onunla yaşardın. Ama bu taraftan bakınca diyorum ki, seni buna hangi duygu ve deneyimler itmişlerse iyi yapmışlar, çünkü sana ölümü düşündürmüşler. Yoksa Şaban görünümlü bir akıllı olmaz, akıllı görünümlü bir Şaban olurdun. Aslında akıllı görünümlü bir akıllı olsan belki mükemmel olurdu ama o da sen olmazdın."

Sahibini Bekleyen Mektuplar'dan bir bölüm

"İşte önemli bir konuya parmak bastık şimdi. Buradan görünenlerle, bir zamanlar yaşadığım dünyadan görünenler taban tabana birbirine zıtlar. Nasıl oluyor bilmem ama iki dünyanın da birbiri üstünde olduğunu ama okumak için birine düz, diğerine tersten bakıldığını söyleyebilirim. Ya da birine tersten bakarsan, diğerini düzden okuman gerekir. Birinde iyi sandığın şey, diğerinde kötü, birinde tatlı sandığın şey diğerinde acı, birinde talih sandığın şeyse, diğerinde talihsizlik oluyor. Nasıl mı oluyor? Ahrete geçmeden görünemeyecek bir şeyi dünyaya nasıl anlatayım? Ahrete geç, sen de gör diyesim geliyor."

Sahibini Bekleyen Mektuplar'dan bir bölüm

"Buradan bakınca, yaşarken anlamlandırılan şeylerin hangilerinin hayati değerli, hangilerinin değersiz olduğunun ayırımında ince bir çizginin olduğunu görüyor insan. O çizginin olduğu yer hassas bir terazinin orta yerine benziyor. Zavallı insan ne yapsın? Koca ayaklarıyla gezineceği onca yer varken, basıp ayakta durması gereken yer öyle küçük ki! Sağında solunda da sürekli cereyan eden olaylar var. Sağa koşunca sağ kefe çöküyor, sola koşuyorsun sol kefe çöküyor. En sola koştuğunda “Koy götüne ahretin!” makamına varıyorsun. En sağa koşturduğunda da “Koy götüne dünyanın!” makamına ulaşıyorsun. Terazinin bir ucunda zalim, diğer ucunda zavallısın. İki kefeyi de çöktürmeden ayarda tutmak ince iş tabi. Ortada bir cambaz gibi durmak için önce cambaz olmak lazım. Olamadın mı yine önemi yok. Hiçbir şeyin zorunda değilsin gibi bir rahatlık var. Bedellerini çekmek gibi bir darlık da var. İyi veya kötü her şeyin varacağına varması gibi bir rahatlık da var. Darlık, rahatlık... Beraberce iç içeler."
 

22 Mart 2015 Pazar

TEHLİKELİ SULAR

Çok muhtemel
Ne kadar anlatsam da
Bir girdabın içinde tanıyacak
Tehlikeli suları
Çok muhtemel
Onun çocuğu da
Torununa anlatacak
Benim anlattıklarımı

23.03.2015

ÖYLE BÖYLE

Çok güzelsin öyle olduğunda
Böyle olduğundaysa öyle böyle
Ama güzelsin diyemem asla
Ne öyle ne böyle olduğunda
Seni daima severim bilirsin
Öyle veya böyle her nasılsa


02.12.2014

20 Mart 2015 Cuma

HAYALLER

Hayaller vardır, gerçekleşmesi çok istenen
Hemen her insan bunu bilir
Ama bazı hayaller vardır, gerçekleşmemesini istediğin
Hemen hiçbir insan bunu bilmez
Sadece pek azları bilir, bu hayallerin gerçekleşmemesi
Gerçekleşmesinden daha güzeldir


20.03.2015 

17 Mart 2015 Salı

ÇANAKKALE MEKTUPLARI

Tarihte koşulların en ağır olduğu, en acıklı savaş öykülerinden birisidir Çanakkale. Bir yanda yurdunu korumaya çalışan yoksul ve parçalanmak üzere olan bir halkın evlatları, diğer yanda neden orada olduğunu, kime hizmet ettiğini bile bilemeyen dünyanın en uzak köşelerinden savaşmaya gelmiş askerler. Kurtulmaya çalışan halkın ordusunun başında bu savaşın nedenini, sonucunu görebilen, yüreğinde evrensel sevgiyi taşıyan bir komutan. Çanakkale öyle bir öykü ki; cephedekilerin yüreğinde memleket özlemi, memlekette bekleyenlerin bitmeyen hasreti. Öyle bir savaş ki, bitmiyor,  tükenmiyor bir türlü.
Bu acıklı öykünün dili olan gerçek mektuplardan birkaçı onu anlatmaya yetiyor.

Bir Ananın Kınalı Kuzusu: Kınalı Hasan’ın Mektubu:
Çanakkale’nin köylerinden cepheye giden Hasan’ın öyküsüdür bu. Hasan’ın saçının bir tarafı kınalanmıştır. Bunu gören komutanı Hasan’a  “ Hiç erkek kınalanır mı?” diye sorar. Hasan da cepheye gelmeden anasını kınaladığını söyler. Komutan bunun nedenini annesine sormasını söyleyince Hasan mektup yazar… “Anacığım, Kardeşlerimi askere gönderirken başlarına kına yakma mahcup oldum. Zabit efendi bana sordu cevap veremedim. Niye benim saçımı kınaladın? Kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar. Oğlun Hasan.”

Annesinin Hasan’a Yazdığı Mektup:
“Ey gözümün nuru Hasan’ım, Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın… Ben, senin anan isem; beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Sen bu ailenin seçilmiş bir kurbanısın… Hasan’ım söyle zabit efendiye: Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır. Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım… El-hükmü billâh. Allah, seni İsmail Peygamber’in yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır. Gözlerinden öperim… Anan – Hatice.
Bu Hasan’ın son mektubudur. Annesinden aldığı mektup ve tamamlayamadığı şiir öldüğünde üzerinde bulunacaktır. Şiir:
“Anam yakmış kınayı adak diye, 
Ben de vatan için kurban doğmuşum. 
Anamdan Allah’a son bir hediye,  
Kumandanım ben İsmail doğmuşum.”

Bir Anzak Askerinin Çanakkale Savaşı Sırasında Ailesine Yazdığı Mektup:
Sevgili ve bir zamanlar mutlu ailem,
Gelibolu cehenneminden hepinize merhaba! Bu mektubu size yazmak niyetinde değildim. Aslında ben artık kimseyle konuşmak, kimsenin yüzünü görmek istediğimden de emin değilim. Hem siz benim buraya cehennem dediğime bakamayın burası hakikaten güzel bir yer. Üzerleri toz toprakla örtülmeden önce zeytin ağaçlarının bolluğu, savaşa aldırmadan her yanda pıtır pıtır açan kırmızı gelinciklerin neşesi, akşamları yarımadayı kızıla boyayarak batan güneşin insanın içini acıtan güzelliği ve bir de Gelibolu bülbülleri. Gelibolu’da hâlâ un ufak olmadan kalan küçük bir ruh parçam mevcutsa bunu bülbüller sağlamıştır. Eğer o sırada bir Türk öldürmüyor ya da Türkler tarafından öldürülmüyorsak, Gelibolu’nun muhteşem gurubunu seyrediyoruz. Ege Denizi’nin içine gömülen güneşin biraz önce Pasifik Okyanusu’ndan yükselerek Yeni Zelanda’daki ertesi günü aydınlattığını bilmek insanın canını acıtıyor. Fakat bu acı hissi çok kısa sürüyor, sonra yeniden katılaşıyorum.
Artık saatlerce hiçbir şey hissetmiyor ve duymuyorum. Bu arada sadece bakıyor, saklanıyor, ateş ediyor, süngü takıyor, düşman öldürüyor, bit ayıklıyor, yemek diye verdikleri kuru bisküvi, kraker, kuru et parçalarını kemiriyor, zaman olursa yatıyor, çok ender olarak da uyuyorum. Ben artık sadece bir Anzak askeriyim. Ne sevdiğim şarkılar, yemekler, kokular ne de sevdiğim insanlar... Ben artık bir sayıyım. Yaşayan bir sayıyım. Ölürsem o zaman da bir sayı olacağım. “Vatan uğruna kahramanca” ölmüş bir sayı. Kahramanca ve vatan uğruna! Kahramanlık mı? Hadi ya. Kahramanlık zorla olmaz. Vatana gelince... Burası Türklerin vatanı ve bu savaş bizim savaşımız değil. Bizler İngilizlerin de söyledikleri gibi sadece ‘hevesli oğlan çocuklarıyız’. Asıl kahraman olan Türkler. “Johnny Türk” dediğimiz Türkler vatanlarını savunmak için bize karşı çok ağır şartlar altında direniyorlar ve kahramanca ölen asıl onlar.
Geçen hafta ölüleri gömmek için karşılıklı ateş kes ilan edildiğinde ilk defa Türkleri yakından ve canlıyken gördük. Türkler bize anlatılan canavarlara benzemiyordu. Onlar da gözlerinde endişe ve keder olan genç insanlardı. Onların da arkalarında bekleyen üzüntülü aileleri, yaşlı anne-babaları, karıları belki de sevgileri vardı. Onlar da yaralanınca acı çekiyor, onlar da gencecik hayallerini bırakıp ölüyorlar. Türkler de insandı. 
Bana sigara ikram eden iki Türk’e ben de konserve et verdim, ama kabul etmediler. Bu sığır etidir dediysem de inanmadılar. Aslında anlamadılar. O zaman ellerimle kafama boynuz yapıp öküz gibi böğürdüm. Güldüler. Ben de güldüm. Orada savaş meydanında etrafımız askerlerin cesetleriyle doluydu, biz düşmandık ve birbirimize gülüyorduk. Bana sigara ikram eden Türklerden bir “sen no İngiliz” diye şaşırarak sordu. “Ben İngiliz değilim” dedim. Sonra elini uzattı “ben Türk” dedi. Bana uzatılan eli tuttum. Orada, Gelibolu’nun en kanlı savaşlarının yapıldığı o tepede, el sıkıştık. Ben artık bu adamla nasıl düşman olabilirdim? Ben bu adamla neden düşman olmuştum ki? Düşmanım o anda artık arkadaş Türk olmuştu. Ben bu savaşta ölmeyi reddediyorum. Bu benim savaşım değil. Fakat yaşamak için de hiç isteğim kalmadı. Tanrım günahlarımı affet. Hepinizi çok seviyorum.
Ebediyen sizin oğlunuz, Alistair John TAYLOR – Gelibolu 1915.

Atatürk’ün Anzak Analarına Mektubu:
Bu memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır. 
Mustafa Kemal.

Avustralyalı Bir Annenin Ata’ya Cevaben Bir Mektubu:
Gelibolu toraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını âlicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi. 
Bir ana olarak bana bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında huzur içinde dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata demek istiyoruz. Çünkü yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce ilahi.
Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…
Avustralyalı Bir Anne.

15 Mart 2015 Pazar

BAŞKA

Gözlerinde uçurtmalar
Hep böyle mi bakardın?
Sözlerin şelale
Karnımın içinde,
Parmakların?
Hep böyle mi fısıldar?

Seni başka gördüm bugün
Şimdi apaçık sebebin
Güzelim sen hep böyleydin
Ben bir başkayım bugün

23.02.2011 


13 Mart 2015 Cuma

BEN

Ben hiçbir şeyim biliyor musun?
Her şeyim!
Koskoca evrende bir zerre
Evren yüreğimde bir zirve
Ben hiçbir şeyim biliyor musun?
Her şeyim!


19.01.2015

11 Mart 2015 Çarşamba

CANIM PATRONUM

En çok neyinizi seviyorum biliyor musunuz?
Biri kalkıp açık kalmış dolaba uzandığında
“Dolabın kapağını kapatsana” demenizi değil,
“Beni iyi dinle” ile başlayan nasihatinizi
On üç kere tekrarlamanızı da değil,
Babası ölmüş adamın hakkında
“Kendisi ölmedi ya” demenizi de değil,
Bekletilmeye hiç dayanamazken
En az on dakika gecikmenizi de değil,
Herkes pür dikkat kesilmişken
Zeybek havası tutturan telefonunuzu hiç değil,
Hani şu herkesi aptal sandığınız anlarda
Dudağınızda beliren hafif bir kıvrım var ya
Hani pek kimsenin fark etmediği
Ben en çok onu seviyorum.


13.11.2014

10 Mart 2015 Salı

KUM SAATİ YOLCULARI

Sen yelkenini yeldire yeldire nereye gitmektesin?
Kafanı çevirip yanımdan geçmektesin
Bak ben de açtım yelkenimi rüzgâra
Ben de yeldire yeldire gidiyorum senin gibi
Fakat ben biliyorum
Bir kum saatinin içinde estiğimizi
Hepimizin o delikten geçip
Üst üste biriktiğimizi


19.01.2015

9 Mart 2015 Pazartesi

ZİRVEYE NAĞME



Kaç kişi çıktık yola bak
Kaç kişi kaldık şimdi?
Biliyorum yolunda yılmayanın hakkısın ama
Seni görmek için bak nasıl oldum sefil
Ben sana doğru giderim gitmesine daha da
Ne olur gözünü seveyim, azıcık da sen eğil


13.01.2015

6 Mart 2015 Cuma

İNSANLIK ÖLMEDİ

Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviden su istemiş. Bedevi devesinden inip su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.
Bedevi arkasından bağırmış:
“Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”
Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş:
“Eğer anlatırsan,” demiş bedevi, “bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”

Bu hikâye nereden aklıma geldi. Anlatayım efendim. Geçenlerde bir arkadaşımla yolum Mersin’in Mut ilçesine düştü. İşimiz olduğu için gittiğimiz bu memleketten daha önce yolcu olarak gelip geçmişliğim vardı ama memleketlisiyle hiç kelam etmemiştim. Aslında memleketlisi nasıl insanlardır diye merak ettiğimi de hatırlamıyorum. Bu defa yaşadığım bir olayla onları bir daha hiç unutmayacağımı anladım.

Arkadaşımla işimizi halletmeden önce acil tuvalet ihtiyacı hissettiğimiz için Mut’un ana yolu üzerindeki (ah ismini keşke aklıma yazsaydım) temiz görünümlü bir lokantaya girdik. Biz lokantada yiyip içmememize rağmen tuvaletlerini kullanmak için izin istediğimizde homurtuyla karşılık vermelerini beklerken, tam tersi nezaketle izin verdiler. Bizi şaşırttılar doğrusu. Hadi bu neyse, dahası bizi yabancı yolcular olarak gördüklerinden olacak, birer Türk kahvesi pişirip içirdiler. Biz hala art niyet beklentimizi elden bırakmadık. Acaba iki bayanız diye mi yapılıyordu bu? Öyle ya mutlaka bir karşılık beklentisi olmalıydı. Az sonra içeriden kahveyi pişiren bayan da çıkıp halimizi hatırımızı sorunca, art niyet beklentisi toz bulutu olup gözden kayboldu. İçtiklerimizin ücretini ödemek istediğimiz zaman ancak akrabanın yapacağı şeyi yapıp, kesinlikle para almadılar. Düşünün lütfen, şehirlerarası bir yol üzerinde lokanta işletiliyor, gelip geçen yabancılara üç liralık kahveyi dokuz liraya kazık eşliğinde sunmak yerine, ücretsiz ikram etmeyi tercih ediyorlar. Niye ki? Mut’a bir daha gelme ihtimalimiz bile yok. Eeee, niye o zaman? Cevap tabi ki de “insanlık için” olmalı. Hani şu bizim ne olduğunu unuttuğumuz şey.

Yaptıkları şey bizim için değil, kendi insanlıkları içindi. Art niyetli bizler onları enayi filan zannederiz ama onların kazancının kasası bizim gözümüzün görmediği yerde; gönüllerinde. İyilik karşılık beklemez. Tersinden söylersek, karşılık beklenerek yapılan şey iyilik değildir. Biz bu güzel kültürü ne zaman yitirdik yahu? Ne zaman insanları insan gibi değil de yamyam gibi görmeye başladık. Memlekette hala kültür denen şey yaşıyormuş. Bir dağ başında bile olsa insan gibi insanla karşılaşınca maden bulmuş gibi oluyor.

Bizi uğurladılar ama benim bu insanlığı takdir etmem gerekliydi. Öyle ya, bu iyi niyeti suiistimal edenler bu insanları küstürmeden takdir etmeliydim ki, insanlık yaşamaya devam etsin. Arkadaşımla işimizi hallederken gözüm hep yerlerdeydi. Çantamdan eksik etmediğim özel kalemimle uygun bulduğum bir taşa nefis desenler çizecektim (öhöm, pöhöm, elimden böyle sanatsal işler gelir). Desenlerin altına da “bereketiniz bol olsun!” yazacaktım ve lokantaya hediye edecektim. Yaptım da. Hediyemi beğendiklerini görmek beni mutlu etti.


İşte başımdan geçen bu olayla insanlığın ölmediğini anladım. Yaşasın, insanlık hala ölmedi. Yaşıyor, bin yaşasın! Sizden ricam, bu olayı anlatın. Eğer anlatırsanız, bu belki her yere yayılır ve insanlar birbirlerine yardım etmeyi ve insanlığı tekrar kültür olarak benimserler.

5 Mart 2015 Perşembe

AŞK

Bazı şeyler bilinemez, hissedilir. Buna "sezgi" denir. Aşk çok güçlü bir sezgidir.