5 Şubat 2017 Pazar

TANZANYA’NIN CENNET ADASI ZANZİBAR


Not: Hızlı bilgi için koyu renkli satırları okumanız yeterli ama siz yine de tamamını okuyun canım zararı yok :)

Seyahat tutkum çocukluğumdan beri vardı. Tıpkı annem ve anneannemdeki gibi. Bu tutku belki de genetiktir bilemiyorum ama annem ve anneannemden daha şanslıydım çünkü eskiden hostestim. Bunu duyanlar genelde sorarlar kaç ülke gördün diye. Nedense her konuda daima skor merak edilir. Sayamayacağım kadar ülke gezip görme fırsatım olmuştu. Şimdi bakıyorum da seyahatlerimin sayısı çok ama derinliği azmış. Gözlemlerim çoğunlukla yüzeysel kalmış. Sonra araya evlilik, çocuk, yeni meslekler vs. girince uzun yıllar yolculuğa çıkma fırsatım olamadı ama bu yeni dönemde içsel yolculuğuma çıktım ki bu çok daha önemli bir yolculuk bana göre. Tasavvuf ve yoga öğrendim. Kendimi ve yeteneklerimi keşfettim. İçsel yolculukta derinleştikçe dünya üzerinde gezip gören gözler de daha derinlikli bakabiliyorlar ve bunun sonu yok. Zamanı geriye alıp gezdiğim yer ve kültürleri bu gözlerle göremeyeceğime göre, şimdi yeniden yollara düşeyim dedim ben de.  Rüzgâr nereye savurursa ben oraya… Sene 2017 aylardan Ocak, rüzgârın ilk savurduğu yer Zanzibar oldu.

Kışın ekvator kuşağında cennet arayanlar için Endonezya adalarına alternatif olacak iyi bir adres Zanzibar. Afrika kıtasının doğusunda Tanzanya’ya bağlı özerk bir ada (bizim Kıbrıs gibi). Halkı Svahili dilini konuşuyor ve çoğu İngilizce biliyor (Avrupalıların sömürdüğü diğer ülkelerdeki gibi). Giderseniz mutlaka ezberleyeceğiniz cümleler şunlar; Hakuna matata (her şey yolunda), jambo/mambo (merhaba), asante sana (çok teşekkürler). Halkının büyük çoğunluğu Müslüman, hatta küçük kız çocukları bile başörtülüler ama tutucu değiller. Bunda gelir kaynaklarının turizme dayalı olması, Araplaşmamış olmaları ve ada ülkesi olmalarının payı çok büyük olsa gerek. Para birimleri Tanzanya Şilini ve bulunduğum tarihte 2000 Şilin 1 USD’a ve 4 TL’ye denk geliyor. Trafik İngiltere’deki gibi sağdan akıyor ve prizleri de İngiltere’deki gibi üçlü ama ilave aparata gerek yok çünkü üstteki kapaklı deliği çubukla veya anahtarla itince bizim fişler alttaki deliklere oturuyor (hosteslik deneyimlerimden faydalanıyorum). Adaya giriş vizesi 50 USD ve bu bedel havaalanında eğer pos makineleri bozulmamışsa kredi kartıyla veya nakit dolar olarak tahsil ediliyor. Benim yanımda nakit yoktu ve pos arızalıydı. ATM’den yüzde yedi komisyonla nakit çekerek ve döviz bürosunda tekrar komisyonlu dolara çevirerek ödedim- epey zahmetli oldu. Ülkeye gelmeden önce halledilmesi gereken bir konu daha var ki o da aşı ve aşı kartı. Zanzibar Afrika’da nispeten tehlike oranı düşük bir bölgede olsa bile riske girmemek en iyisi. Aşı kartlarınız yoksa en yakın il sağlık biriminden hem aşı olabiliyor hem de kartlarınızı temin edebiliyorsunuz (bu hizmetler ücretsiz). Sarıhumma aşısı (ömür boyu koruma özelliği var) yapılıyor ve sıtma tabletleri veriliyor. Sıtma tabletleri şöyle; seyahatten üç gün önce ilk tablet ve sonra haftada bir tablet alarak (kaldığınız süreye bağlı olarak) yaklaşık 6 hafta kullanıyorsunuz. Öyle sinsi bir hastalık ki, kuluçka süresi uzun olduğundan bir yıl içinde herhangi bir anda rahatsızlık belirti verebiliyor. Bir kabin memurunun sıtma teşhisi konulamadığı için öldüğü haberini de göz önüne alırsak, kesinlikle ihmal edilmemeli bence. Ama siz benim gibi haftada bir alacağınız tableti üç gün üst üste alma gafletinde bulunmayın; fena kafa yapıyor, kulakta uğultu ve baş dönmesi de ekstraları. Duruma uyandığımda uçuşa bir saatim kalmıştı. Telefonla danıştığım havalimanı hekimi seyahati iptal etmemi, kalp ritmimin bozulmasına ve nevrotik sıkıntılara neden olabileceğini söyleyip böbreklerimden ilacın atılması için tedavi görmemi önerdi. Teşekkür edip, beyaz önlüklü tanıdığım ne kadar insan varsa arayıp, görüşmeleri zihnimde harmanlayıp, tüm bunlar yaşanmamış gibi sessizce uçaktaki koltuğumda yerimi aldım. İşin ilginç yanı kızıma bir şey olmadı. Ona da olsaydı büyük ihtimalle seyahatten vazgeçerdim. Bir gün sonra şikâyetlerim kayboldu. Belki de Zanzibar’ın muhteşem atmosferi beni bir anda iyileştirdi.


Zanzibar’a dünyanın her yerinden turist geliyor. Örneğin adada katıldığım iki turda turist numunesi olarak Bangladeş, İskoçya, Almanya, Brezilya, İtalya, Fransa, İsveç’den gelen insanlar gördüm. Ufacık bir tekneye sığan bizler dünya barışının reklam afişi gibiydik. Dünyanın neresine giderseniz gidin Japon ve Türk eksik olmaz mantık önermesini Zanzibar’da da test ettim. Adaya yerleşmiş üç Türk’le tanıştım. Daha doğrusu onlar ben ve benimle seyahat eden kızımı ve arkadaşımı kalabalıklar içinden “şak” diye bulup çıkardılar. Birisi Kendwa’da (adanın en kuzeyi) su sporları malzemesi pazarlayan bir işletme sahibiydi. Diğer ikisi başkent Stonetown’da yaşıyorlardı. Birisi ülkemizde tekstilciymiş ve krizde ilk gümleyen sektörümüz tekstil olunca gelip Stonetown’a yerleşip restoran işletmeye başlamış. Yolunuz düşerse menüsü İtalyan işletmecisi Türk bu restoranın adı “Amoremio”. Diğeri de Feto okullarından birinde çalışıyormuş (ülkemize dönmesi zor görünüyor).





Efendim gelelim Zanzibar’ın doğasına. Anlatılmaz yaşanır demek istiyorum. Egzotik kelimesi aklınıza ne getiriyorsa hepsi ve hatta fazlası mevcut. Tropik meyvelerin çoğunu hostesken görmüşlüğüm tatmışlığım vardı ama bilmediğim başka meyve ve bitkiler de vardı burada. Kozmetikte, sağlıkta kullanılan pek çok bitkiyi katılacağınız yarım günlük bir baharat turunda yerinde görüp tatma imkânınız oluyor. Ananas, hindistan cevizi, mango, avokado,  papaya, rambutan, jak meyvesi, yıldız meyvesi, Zanzibar elması, vanilya, zencefil, tarçın, ruj bitkisi, muskat, limon otu, karanfil, kına aklıma gelenler. Kişisel merakım nedeniyle çantama cebime bulduğum her tohumu çekirdeği tıkıştırdım. Benim bahçemde tutar mı bilmiyorum ama ya tutarsa? (what if it happens? Cem Yılmaz’a selam olsun)… Bana özellikle ruj bitkisi çok ilginç geldi. Bir ağaç düşünün ki meyvesini toplayıp makyaj yapabiliyorsunuz. Bizdeki altın çilek gibi bir dış kabuğu var. İçinde narçiçeğinden kırmızıya tonlar içeren ruj topları olan uzaylı bir bitki bu. Katıldığım baharat turunda erkekler dâhil hepimiz objektifler karşısında kıpkırmızı dudaklarla sırıtarak pozlar verdik. Turun sonunda yöresel vejeteryan yemeklerini yeme fırsatı bulduk. Yer sofrasında köy ekmeğiyle servis edilen yemek bizim damak zevkimize hiç de uzak değildi. Zencefili bol bol kullanıyorlar. Hindistancevizi çorbalarına bile girmiş. Eğer denk gelirseniz hindistancevizli balkabaklı çorbalarını denemenizi tavsiye ederim.





Konaklamak için ilk durağımız Kendwa’ydı. Adanın en güzel sahili burada diyebilirim. Bunun bir nedeni denizde gelgit seviyesinin en az hissedildiği yer oluşu. Başka sahillerde deniz metrelerce geriye çekilebiliyor ama Kendwa en kuzeyde olduğu için bu mesafe çok daha az. Ada kumsalı çamaşır suyuyla yıkanmış gibi beyaz. Denizi ılık ve değişken… Öyle değişken ki gün içinde sanki bir ressam an be an maviden yeşile fırça darbeleriyle denizle oynuyor. Sadece denizi seyrederek bile tüm günü geçirebilirsiniz. Şimdiye kadar yoga yaptığım en güzel yerdi burası. Özellikle çocuklu aileler için söylemeliyim, denizde denizkestanesi olabiliyor, dikkat edilmesi gerek. Çocuklar için deniz ayakkabıları işe yarayabilir. Fakat ola ki ayağınıza batarsa hemen ağacından papaya koparıp sürerseniz sorun çözülüyor (deneyimle sabit). Dört gece konakladığımız Sunset Kendwa Beach Hotel denize oldukça yakın, temiz ve güzel bir oteldi. Bungalov odada kaldık. Diğer yapılar gibi bizimkinin de çatısı sazlardan ve muz yapraklarından yapılmıştı. Afrikalılar tıpkı kendi saçlarını ördükleri gibi muz yapraklarını, kökleri, lifleri örüp çantadan halıya, çatıdan küpeye pek çok şey yaratıyorlar. O çatılarla yapılar öyle şirin görünüyorlar ki, kendinizi bir masalın içinde gibi hissediyorsunuz… Bir de şu cibinlikli yatakları yok mu insanı iyice havaya sokuyor. Karasinek hiç görmedim. Sivrisinek var ama az ve ısırdığı yeri yırtarcasına kaşıma hissi vermeyen cinsten. Yerde açık duran bavulumun içine gece sinsice yumurtalarını bırakan ama cismini hiç görmediğim böcek dışında başka bir böcek vukuatımız olmadı (yumurtaları ayıklamak çok zahmetliydi). Kahvaltı kültürü dünyanın hiçbir yerinde bizimkinin yakınından geçmediği için beklentinizi hiçbir ülkede yüksek tutmamalısınız. Yine de bu bölgede egzotik meyve suları, keteye benzer hamur işleri, yumurta, tereyağ, reçel bulmak mümkün (daha ne olsun?).





Kendwa’da geceliği iki kişi ve bir çocuk aynı odada kalmak suretiyle 40 USD ödedik. Beşinci gün Stonetown’a geçtik. Orada ilk kaldığımız Zanzibar Hotel’e aynı kadro gecelik 85, diğer otele (Rumaisa Hotel) 50 USD ödedik. Zanzibar’da otel fiyatları gecelik kişi başı 20 USD’dan başlıyor. Taksi ve otel fiyatları daima pazarlığa açık, bu unutulmamalı. Havaalanından Kendwa’ya 65 USD fiyat verdiler ama pazarlıkla 40 USD’a işi bitirdik. Dönüşte ise artık tanıdık bir şoförümüz vardı –ismi Haydari (rakıyla iyi gidersin dedim anlamadı). Kendwa’dan Stonetown’a geçerken Haydari taksi ücreti olarak biz ne uygun gördüysek onu kabul etti (30USD). Ne istediysek yaptı. Yoldaki köy pazarlarında durup bize meyve aldı. Stanetown’daki ikinci otelimizi o ayarladı. Hayran kaldığım “christmass tree” dedikleri kıpkırmızı çiçekli, kına gecesi gelini gibi süslü bir ağaç var. Sağ olsun Haydari tohumlarını benim için buldu ayıkladı. Benim için geriye ekip büyütmek kaldı (what if it happens?). Haydari’yi biz de üzmedik tabi, hakkını teslim etmeye çalıştık. Telefonunu oraya gitmek isteyenler için saklıyorum. Yeri gelmişken söylemeliyim ki, istisnalar kaideyi bozmamakla birlikte Zanzibar insanı yardımsever, ahlakı yüksek, temiz ve medeni. Sözlerini tutuyorlar, ellerinden yenir, söylediklerine güvenilir. Her turistik yerde olduğu gibi iki katına şişirilmiş fiyatlar için yapılması gereken pazarlığı ayrı tutuyorum. İki kadın bir kız çocuğu olarak kendimizi hiç rahatsız hissetmedik. Ne takside, ne pazarda ne de sahilde. Kültürlerini hayranı olduğum Anadolu insanımın kültürüne benzettim. Yöresel yemekleri de öyle. Afrika’ya boşuna “motherland” (anavatan) denmiyor. Biraz Pers etkisi, biraz Arap etkisi, biraz Alman, biraz İngiliz etkisinin izlerini detaylarda görseniz de köklü bir kültürlerinin olduğunu da görebiliyorsunuz. Kadife gibi ruhları var ve o ruhu dokudukları kumaşta, işledikleri ahşapta, ördükleri sepette hissediyorsunuz. Sinirlendiklerini hiç görmedim. Koşul ne olursa olsun hep sakinler ve “hakuna matata” (hallederiz, her şey yolunda) modundalar. Yolda sekiz ayrı yerde çeviren trafik polisine de (şaka değil), hatalı sollayan (ters trafik için sağlayan mı demeliydim) motosiklete de “hakuna matata !”

Baharat turundan başka katılmanızı tavsiye edeceğim bir tur daha var. Aynı gün içinde küçük tekneyle okyanusa açılıp yunus kafilesiyle birlikte yüzme şansını yakalıyorsunuz, devamında ulusal parka gidip ormandaki endemik ağaçları, doğal ortamında maymunları görme şansınız oluyor. Sualtı çekimi yapmaktan hoşlananlar için yunusların yanı sıra şu bildiğimiz renkli akvaryum balıklarıyla birlikte yüzme şansınızın olduğu bir tur daha var. Zaten diyebilirim ki fotoğraf konusunda Zanzibar kadar bonkör mekâna az rastlanır.

Deniz, güneş, kum güzel tabi de memleketin kültürel dokusunu hissetmek için gelelim Freddie Mercury’nin doğduğu, daracık sokakların sürprizler sakladığı, dantel gibi işlenmiş ahşap kapıların şehri Stonetown’a… Hediyelik alışveriş işlerini halletmek, doya doya fotoğraf çekmek için sokakalarında kaybolmaktan keyif alacağınız bir şehir burası. Fotoğraf demişken dikkate alınması gereken bir konu var. Halkın küçük bir azınlığı inançları gereği fotoğraf çektirmek istemiyor. Kesin bilgi olmamakla birlikte duyduğum kadarıyla bunun nedeni ruhlarının kilitlendiğine inanmaları. İstemiyorlarsa kanımca saygı duyup ısrarcı olmamak lazım. Stonetown’da her şey sanki seksenlerden kalma gibi. Örneğin plastik poşet yerine kesekâğıdı kullanıyorlar. Binalar ve içindeki eşyalar beni çocukluk yıllarıma götürüyor. Balık, et ve sebze halini gezerken geçmişte geziyor gibi hissediyorum.

Yeryüzünde gün batımının şiirsel olmadığı yer yok gibidir. Fakat Zanzibar’da gün batımında sahilde umarsızca top oynayan kalabalığın coşkusuna şahit olmak, aynı anda bez yelkenli ahşap teknelerinde balıkçıların dönüşünü seyretmek, havanın yumuşak ılıklığını hissetmek, gittikçe pembe kızıla dönen güneşin turkuazla buluşmasını izlemek unutamayacağım bir keyifti benim için. Hani hayatta yaşadığınızı iliklerinizde hissettiğiniz, yaşama coşkusunun hücrelerinize nüfuz ettiği anlar vardır ya, işte onlardan birisiydi.


Zanzibar damağımda ve dimağımda egzotik aromalı tat ve kokularını bıraktı… Uzun zaman geçmesini istemediğim türden.

11 Kasım 2016 Cuma

Zahmetsiz Ustalık

"Bu evrenin durmadan içinize söylediklerini işiten bir kulaktan başka bir şey olmamalısınız." (Dov Baer)

Her birimizin içinde kusursuzluğun var olduğu bir yer vardır. Deha da Tanrı da orada yaşar. Evrenin bütün yaratıcılık olanakları orada bulunur. Tanrı olmak, olağanüstü bir soylulukla davranmak, işlerimizi dürüst bir tavır içinde yürütmek, hayatı yükselten fikirlerin sonsuz akışına ve insanlığı yücelten törensel seslere kanal olmak, her birimizin doğasında bulunan bir yetenektir. Bu sevinç dolu ses, En Yüce Varlığın bizim aracılığımızla sesini açığa vurmasıdır. Eğer arzularımızdan vazgeçersek, onu işitebiliriz. Başlangıçta kulağınıza dayadığınız deniz kabuğundaki okyanusun sesi gibi uzaktan duyulacaktır, ancak çalışa çalışa ilahi olan "Gökler Aleminin Sesi"ni işitebilirsiniz ve o ses sizi sarıp sarmalar. O zaman dıştaki müzik evrenin ışığı ve onun büyük dönüştürücü gücüyle dolar. En değerli amaç, yaşamını sürdürmek ve bütün görevlerini bu içsel boşluktaki güçle yerine getirmektir.

Bu boşlukta mükemmel bağımsızlığın yanı sıra, mükemmel şefkat ve mükemmel aşk bulunur. Kişi en büyük gözlemci olur, hayattan en çok o zevk alır ve gerekeni yapar. Hayatla ilişkisi tamdır. Dünyaya tamamen katılır ama onun tarafından tuzağa düşürülemez (beklentisiz olmak). Hiçbir korkusu yoktur, çünkü eylemlerin sonucuna bağlı değildir. Bir amaca ulaşmak için yanıp tutuşmadığından çalışmak da sabır gerektirmez. Yalnızca yapmanın, öğrenmenin, başarmanın ve zevk almanın kutlanması vardır (şükür). Bütün duyguları deneyimler kesinlikle ama onlara bağlı (veya bağımlı) değildir. Bu nedenle içteki öz benliği ve dıştaki evren ile uyumlu bir şekilde yaşamını sürdürebilir ve hareket edebilir. Sık sık bir sonra yapılması gereken şeyleri sezer ve onları korkusuzca izler. Çelişik görünse de, bir şekilde, bağımsızlığı eylemlerinin büyük bir amaca sahip olmasına ve büyük bir başarı kazanmasına yol açar (tanrıya layık olma). Evrenin bereketi böyle bir insanın üzerine yağma eğilimindedir; ancak yağmıyorsa bile dert etmez (razıdır)...

...İsa, "Önce Tanrı'nın Krallığını (Raja yoga- Kral yolu) isteyin, geri kalan her şey size verilecektir," der. Bizim gerçek mutluluğumuzun Krallıkta (kendini bilmek, kendinin efendisi olmak) bulunduğunu ve bu Krallığın ise özümüzde olduğunu anlatmak amacıyla bu alıntıları kullandım. (Zahmetsiz Ustalık, Kenny Werner, syf. 89-91)

Not: parantez içi yorumlar tarafıma aittir.

5 Kasım 2016 Cumartesi

MASAL

Bir varmış
Bir yokmuş
Bir masalın içinde masalmışım
Zaman içinde zaman
Mekân içinde mekân
Bir ben varmışım
Bir de Sen
Bir ben yokmuşum
Sadece Sen
Bir Sen varmışsın
Biri varmış
Biri yokmuş


26.09.2012

3 Kasım 2016 Perşembe

SEN VE BEN


Sen ve Ben
Tuhaf bir bilmece gibiyiz
Sen; gerçek sen, olmak istediğin sen ve ortaya koyduğun sen
Sen hangi seni seviyorsun?
Ben hangi seni seveyim?
Ben; gerçek ben, olmak istediğim ben ve ortaya koyduğum ben
Hangisiyle seveyim?
Peki ya sen, hangi beni seviyorsun?
Hangi beni hangi senle görüyorsun?

Hani gözlerimin içine bakan sen var ya...
Hani beni seninle baş başa bırakan sen…
Söyle ona diğerleri gitsin, yalnız o kalsın
Ama incitme diğerleri kırılmasın


28.10.2014

GÜL DÖNGÜSÜ


Güle varmadan gülemezsin
          Dikeni geçmeden güle varamazsın
                    Canını acıtmadan dikeni geçemezsin
                              İstemezsen canını acıtamazsın
                                        Gülü bilmeden isteyemezsin
                              İstemezsen canını acıtamazsın
                    Canını acıtmadan dikeni geçemezsin
          Dikeni geçmeden güle varamazsın
Güle varmadan gülemezsin

17.08.2011


BU KADAR II


Bazen gençliğimiz, bazen yaşımız kadar insanız
Bazen konuştuğumuz, bazen sustuğumuz kadar
Bazen boyumuz, bazen soyumuz kadar insanız
Bazen rüyamız, bazen gerçeğimiz kadar


09.07.2015

11 Ağustos 2015 Salı

EVRENSEL ÇAĞRI - Mustafa SAĞ


Uzun zamandır zihnimde okuduğum kitapları değerlendiriyordum. Geçmişimde de bugünümde de çok değerli kitaplar ellerimden geldi geçti. O değerli kitaplar zihnimde ve yüreğimde iz bıraktılar. Bana en derin izi bırakan kitabı seçmek istediğimde tartışmasız bir tek bir kitap zihnimde belirdi; “Kur’an-ı Kerim”. Bana göre bu son kutsal kitabı okuduğum zaman benim için en doğru zamandı (zaman zaman hala okuyorum ve bazı ayetleri tekrar tekrar düşünüyorum) ve çok sayıdaki mealler arasından yaptığım seçimim en isabetli seçimdi. Çünkü bu derin kitabı anlamak için derin bir tefekkür dünyasının içine adım atmış olmam gerekliydi. Aksi halde ben de çoğu insan gibi “cehennem ateşi” ifadesi geçen ayetleri okuyunca gözümün önüne cayır cayır yanan ateşler getirmekten ileriye gidemezdim. Bana göre meal seçimim de isabetliydi, aksi halde dilimize doğru ve net çevrilmemiş başka bir kitap çok hatalı düşünce zincirleri kurmama neden olabilirdi.

Mustafa SAĞ’ın “Evrensel Çağrı”sını diğer meallerden ayıran en önemli özellik Arapça her bir kelimenin tamamen öz Türkçeye çevrilmiş olmasıdır. Diğer hiçbir meal Sure isimlerini Türkçeye çevirmemiştir. Evrensel Çağrı örneğin “Ankebut” Suresine “Dişi Örümcek” Suresi der, “Nahl” Suresine “Bal Arısı”, “Necm” suresine “Yıldız” Suresi der ve her Sureyi Türkçe karşılıklarıyla ifade eder.

Diğer bir ayırıcı özelliği de Kur’an Surelerini tamamen iniş sırasına göre sıralamış olmasıdır. Diğer bütün mealler iniş sırasına göre değil, daha sonra düzenlenmiş bir sıralamayla hazırlanmıştır. Eğer son peygamberin hayatını okumuş ve hangi dönemlerde hangi Surelerin ne kadarlık bir zamanda indiğini biliyorsanız, kutsal kitabın hangi ayetlerinin evrensel hükümleri kapsadığını, hangi ayetlerininse dönemin koşullarına (örneğin savaş halindeyken inen ayetler gibi) rehber olacak hükümler içerdiğini görebilirsiniz.

Çok önemli ayırıcı özelliğinden birisi de Mustafa SAĞ’ın Arapça dilini elinden geldiğince bilimsel ve nesnel yorumlamış olmasıdır. Arapça, tıpkı Fransızcanın “le, la” Almancanın “der, die, das” önekleri gibi her maddeyi veya kavramı dişil ve eril olarak ayırır (il, elle). Örneğin masa, kitap, sevinç, vs her bir kavram ya dişidir, ya da erkek. Böylesi bir dilin çevrilmesinde diğer çevirmenler sık sık dişi ve erkek ayrımını cinsiyet olarak sınırlayıp, anlamını daraltma hatasına düşmüşlerdir. Örneğin Allah’ın zatını anlatan ayetler eril, sıfatını anlatan ifadeler dişil olarak ifade edilmiştir. Ahret eril, dünya dişildir. Ruh eril, nefis (ego) dişildir. Bu inceliği bilmeyen çevirmenlerin ellerinden çıkan meallerde çok kolay bir şekilde erkekleri üstün (hatta onlara hitabeden), kadınları ise dışlayan bir anlayışa kapılma yanılgısına düşülebilir. Bu da toplum içinde kadının dışlanmasına ve geriye düşmesine neden olur ki, günümüzde İslamiyet’in başına bilgisiz insanların getirdiği en büyük kötülüklerden birisi budur. Son kutsal dinin yozlaşmasına, terörist dini olarak anılmasına, gerici ve katı kurallarla sınırlanmasına şahit olmamızın tek nedeni dini de, peygamberi de, kitabını da layıkıyla anlayamamış olmamızdır. Herkes atasından, çevresinden (hatta günümüzde medya kirliliğinden) yalan yanlış bilgilerle dini öğrenmiştir ama çok azımız bu bilgileri sorgulama yoluna gitmiştir. Oysa bu hataya düşülmemesi için kutsal kitabın kendisi defalarca insanları uyarmıştır. Çoğu ayette toplumların düşünmelerini salık verir. Örneğin “Müminun” (İnananlar) Suresi 80. Ayette “Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”, “Mümin” (İnanan) Suresi 58. Ayette “Kör ile gören bir olmaz… Ne kadar az düşünüyorsunuz!” diye seslenir. Günümüzde düşünmeyen toplumların üzerlerine pislik yağmaya devam etmektedir tıpkı Yunus Suresi 100. Ayette ifade edildiği gibi.

Kur’an'da çok sık geçen Arapça “salat” kelimesi diğer meallerde Farsçadan dilimize geçmiş olan “namaz kılmak” olarak çevrilmiştir, bu da her salat kelimesini namaz kılma eylemi olarak algılamamıza neden olmaktadır. “Salat” kelimesinin geçtiği her ayet yalnızca bedensel olarak kılınan namaz (bu arada hiçbir ayette namaz kılma şekli tarif edilmemiştir) olarak yorumlanırsa, kitabın bize aktarmaya çalıştığı evrensel kurtuluş yolunun üzerine karabasanı oturttuk demektir. Oysa “salat” kelimesinin onlarca anlamı vardır. Fikir vermesi açısından bunlardan bazılarını seçtim; ayağa kalkmak, çabalamak, gayretli olmak, inançlı olmak, bağlantı kurmak, okumak, okutmak, affetmek, dua etmek, ululamak, vs. Mustafa SAĞ kitabı çevirirken bu kelimenin geçtiği ayetlerde dip notlarla bizi uyarıyor ve geniş açılı anlamlarıyla düşünüp yorumlamamızın önünü açıyor.

Kur’an içeriği hakkında yorum yapacak değilim kuşkusuz. Bu konuda ihtisas yapmış insanlar var muhakkak ama benim sizlere emin olarak önerebileceğim şey bu kitabı alıp hayatınızda en az bir defa kendi hür akıl ve vicdanınızla okumanızdır. Hatta ihtisas yapanlardan öğreneceklerinizden belki daha doğru ve net bilgiler elde edersiniz kim bilir? Kitabı okurken “A’li İmran” (İmran Ailesi) 7. Ayetteki uyarıyı dikkate almanızı öneririm. Ayet der ki; “Allah sana bu Kuran’ı indirdi. Onun bazı ayetleri kesin anlamlıdır/ açık seçik herkes tarafından kolaylıkla anlaşılır (mühkem) –ki bunlar kitabın anasıdır-. Diğer bazıları da çok anlamlıdır (müteşabih). Çok anlamlıları bilgi sahibi olmayanlar kavrayamaz. Kalpleri ve düşünceleri kötü niyetli olanlar insanları şaşırtmak ve kafaları karıştırmak için, çok anlamlı olan kelimeleri bile bile yanlış anlamlandırırlar. Hâlbuki onların uygun anlamlarını bir Allah, bir de “Ey Rabbimiz! Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır” diyen, gönülden Allah’a bağlanmış, derin bilgi ve bilince erişmiş aydınlar bilir. Bu inceliği akıl, bilim ve düşünce sahiplerinden başkası kavrayamaz.”

Evet, kesinlikle dinimizde insanlar birdir, eşittir. Fakat hassas bir fark vardır. Tıpkı ayetin ifade ettiği gibi; “Kör ile gören bir olmaz!”

Zaman uyanma zamanıdır.


Dem bu demdir.